notte sento


Stop Motion seviyoruz. İtalya'yı seviyoruz.
(temel ingilizce bilgisi anlamaya yeterlidir.)

zencefil

Aslında hayaletler var bayım. Küçük adımları olan beyaz hayaletler. Derileri ise ölülerimizinkinden daha soğuk. Titrek ışığın altında kaynayan gözkapakları var bayım.


Bizi izliyorlar.


Onlar geçmişin hayaletleri ve günden güne uzayan beyaz elleriyle bugünümüzü yönetiyorlar.

resim : Erika Altosaar

pizza pareto makarna

Pareto kuralına göre, sebeplerin en önemli %20’si sonuçların %80’ini oluşturmaktadır.”


Bu kuralın kurucusu Vilfredo Pareto (ben de soyadımla anılan kural istiyorum), kuralını İtalya nüfusunun %20’sinin, toplam servetin %80’ine sahip olduğunu bulmasıyla şekillendirmeye başlıyor. Başka ülkelerde aynı araştırmayı yaptığında yine aynı dağılımla karşılaşıyor.


Yine aynı şekilde dünya zenginlerinin ilk onuna bakıldığında, ilk üçünün (Warren Buffett, Carlos Slim Helú, Bill Gates) geri kalan yedisinin toplamı kadar varlığa sahip olduğu gözlemleniyor.


Yine dünya zenginlerinin ilk %20’si dünya kaynaklarının %82,7’sini elinde tutuyor. Bu dengesiz dağılıma da “şampanya bardağı” etkisi adı veriliyor.


Başka alanlarda örnekleri ise şu şekilde;


- Microsoft, en çok rapor edilen hataların %20'si düzeltildiğinde toplam sorunların ve çöküşlerin %80'inin ortadan kalktığını bildiriyor.

- Mağazalarda satılan ürünlerin %80’i, çalışanların %20’si tarafından satılıyor.

- Gelirin %80’i müşterilerin %20’si tarafından sağlanıyor.

- At yarışlarının %80’i jokeylerin ilk %20’si tarafından kazanılıyor.

- Trafik kirliliğinin %80’i araçların %20’si tarafından üretiliyor.

- Zamanımızın %80’ini en sevdiğimiz kıyafetlerin %20’sini giyerek geçiriyoruz.

- Yine aynı şekilde arkadaşlarımızın en sevdiğimiz %20’siyle zamanımızın %80’ini geçiriyoruz.

- Arşivimizdeki şarkıların en sevdiğimiz %20’sini zamanımızın %80’i boyunca dinliyoruz.


Hande şimdi neden akademik bilgi veriyor acaba derseniz, benim gibi hayatını değiştirmeye çalışan insanlara faydalı olabileceğini düşündüm. İlişkilerde, iş yerlerinde çok çeşitli uygulama alanları bulunabilirmiş gibi geldi.


Ben bunu bir düşünün derim.


(çoğunu wikipedia’dan çevirdim, birkaç Türkçe makaleden alıntı yaptım.)

nükleer başlık

“Gerçekten delirmeyi isterdim.” P.K.Dick




“Ragle Gumm dünyadaki en önemli kişiydi ve bunu öğrenmesine asla izin veremezlerdi.”


cümlesiyle başlayan Çığrından Çıkmış Zaman, okuyucularına bir bilim kurgu romanı için yeteri kadar kurgu ve olay örgüsü sunuyor. İlk cümleden de anlaşıldığı üzere kahramanımız, ta kendisi “Ragle Gumm”. Ragle Gumm’ın hayatını okuyarak onun neden dünyanın en önemli adamı olduğunu anlamaya çalışıyoruz. 


Başlangıçta pek de öyle bir bilim kurgu romanı karakteri gibi bir hayat yaşamıyor kendisi. Sadece karakterlerin bilinçaltı oyunları ve bazı ayrıntılar yaşadıkları dünya hakkında bize birkaç ipucu sunuyor. Yine de kitabın sonu tahmin edilemeyecek, bu aklıma hiç gelmemişti dedirtecek bir son değil. Oldukça tahmin edilebilir bir son yazmayı tercih etmiş yazarımız. Anlatım olarak bakarsak, kolay ve akıcı bir anlatımla karşılaşıyoruz. Zaten ağır ve uzun cümlelerle kişilerin dünyalarına psikolojik yaklaşımlarda bulunan bir bilim kurgu romanı yazmak oldukça saçma olurdu. Şahsen bilim kurgu romanlarıyla aram pek iyi değil. Alışık olmayınca Tolkien okumak zor geliyor, aklınızda tutamıyorsunuz hiçbir şeyi ve neredeyse her şey çok saçma geliyor. Çığrından Çıkmış Zaman herkesin severek okuyabileceği bir bilim kurgu romanı, daha çok bir Hollywood filmini andırıyor. Zaten bu kitabın da esin kaynağı olduğu bir film var ama ne olduğunu söylemeyeceğim çünkü zaten yeterince tahmin edilebilir bir kitap. Bir de esinlenilen filmi izlediyseniz, gerçekten kitabı okumanıza hiç gerek kalmaz. 


Son olarak kitabın çok beğendiğim boyutlarına ve kapak tasarımına değinmek istiyorum. 6 45 yayınları bu konuda hep çok takdir ettiğim, çok beğendiğim bir yayınevidir. Kitabın boyutları öyle güzel ki, benim cüzdanım kadar. Çantaya ve hatta biraz büyükçe ise cebe bile sığıyor. Her ikisi de ben ve erkek arkadaşım tarafından test edilip onaylanmıştır. Ama fiyatını gördüm ki oldukça pahalıymış(28.90 TL). Ben okuduğum kitapları kütüphaneden alıyorum, o yüzden verdiğim paraya değmedi gibi sorunlarım olmuyor. Yine de ben uyarayım; okuduğunuza pişman olmazsınız ama verdiğiniz paraya pişman olabilirsiniz.


Altıkırkbeş demişken, sitelerine girmememiz için uyaran, açmamak için direnen Google ekibine buradan teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Her ne kadar onları dinlemeyip “ya altıkırkbeş bir şey olmaz ya” diyip girdiysem de çevik virüs programımın trojanları yakalamasıyla sorun çıkmadan siteden kaçmayı başarabilmiş bulunmaktayım. Demedi demeyin sonra…


Bilim kurgu romanlardan bahsetmişken en sevdiğim kitap diyince aklıma gelen ve bilim kurgu tarzında yazılmış olan bu kitaptan bahsetmeden geçemedim. Isaac Asimov’un “Sonsuzluğun Sonu” isimli kitabıdır kendisi. Hatta gözde kitaplar kısmını doldururken de aklıma ilk o geldiği için yine onu en başa yazmıştım. Neden bu kadar beğendiğime gelince, konusunu oldukça farklı ve çok güzel buldum. Kitabın inanılmaz karışık bir kurgusu var ve Asimov’unki kadar geniş bir hayal gücüne sahip olmayan kimse böyle bir kurgunun altından hatasız kalkamazdı. Gerçekten çok zekice yazılmış bir kitap bana göre. Sonunda netlik kazanmayan, bu niye böyle olmuştu o zaman dedirten hiçbir şey kalmıyor. Asimov kitaba zekâsı ve üstün hayal gücüyle son noktayı koyuyor ve ağzınız açık kalıyor. Bu adamın kafası farklı çalışıyor dediğim çok nadir insanlardan biri oldu Asimov. Aslında Asimov’la ilk tanışmam en az benimkiler kadar kısa bir öyküsüyle oldu. Bu linkten indirip okuyabilirsiniz. Sonsuzluğun Sonu’na hiç benzemiyor ama ben bunu da çok zekice bulmuştum. Son sözüm; beni dinleyin, okuyun şu kitabı. Beğenmezseniz suratıma fırlatırsınız, ben de sevinir havada kaparım. Arkadaşımdan alıp okumuştum çünkü bende de yok :)


Son olarak yan tarafta uzunca bir sürede gördüğümüz okumaktayım kitabı Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’nin yazarı Marcel Proust’a birkaç lafım olacak.


Sayın Proust, sizi Türk entellerine emanet ediyorum. Gerçekten çok çabaladım ama o kadar çok virgüllü cümleleri okurken ömrümden ömür gidiyor. Hiç ömür törpüleyecek havamda değilim, kusura bakmayın üzülerek kitabınızı yarıda bırakıyorum. Belki pipo kullandığım, entel pantolon askılarım ve topuzum olduğu bir gün kitabınızı yeniden okurum. Ve o zaman belki derim ki “ azizim, bu bağlamda ben bu kitapta yıllardır aradığım tadı buldum.” O zamana dek, elveda.


Ziyade olsun.


not: başlık konuyla feci alakalı.

sağ tık sol kroşe

Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan, tutmaya ve iş yapmaya yarayan bölümü, el. Benim elim, beş parmağım, kafatasım ve gövdem. Bir noktada kilitliyiz şimdi, bekliyoruz. Bir sonraki hamleyi. Kafamı kaldırıyorum, karşımda tekli çiçekli koltuğa yayılmış ananem.  Sonra tekrar eğiyorum, kilit noktama dönüyorum, aslında uzun süre uzaklaşamayacağımı anladığım kilit noktama. Aslında bu tam olarak bir fotoğraf. İki kadın ellerinde sigara, diz çökmüş konuşuyorlar. Biri sırtını çiçekli bahçeye vermiş, diğerinin yüzü ona dönük. Çeken tam olarak iyi ortalayamamış pozu, hem biraz bulanık hem de fotoğrafın alt kısımları kırmızıya dönüyor. Sıradan bir anın sıradan bir fotoğrafı.


Duruyorum, durup yutkunuyorum.


Pelin bir fotoğraf daha uzatıyor önüme. Bize bak diyor. Küçüğüz daha, birbirine benzeyen mavi elbiselerimiz var üstümüzde. Sarılmışız, gülüyoruz. Evet, çok tatlıyız diyorum cevap olarak, sonunda soru işareti olmayan sorusuna.


Geri dönüyorum kaybetmekten korkarcasına iki elimle tuttuğum fotoğrafa. Aklım başımı da alıp gitmek istiyor, beyaz çitlerle çevrili o çiçekli bahçeye. Mevsimlerden yaz, sıcak olduğunu düşünüyorum. Düşündükçe içim ısınıyor, sıcacık iklimler çiçek açıyor içimde. Benim de dostlarım vardı bir zamanlar diyorum içimden. İsmimin altında kırmızı tırtıklı çizgiler belirinceye kadar, sonrası kolay. Bir sağ tıka bakıyor artık bu devirde dostluk ilişkileri. Sağ tıkla, kişiyi sil, emin misiniz; evet gayet eminim ve umurumda da değil, tamam. Sağ tık, sol kroşe, üçlü salto ve nakavt. İşte bu kadar basit. İki kere sol tıklayıp bir kişiye onu sevdiğinizi söylüyorsunuz, bir sağ bir sol tıklayıp onu hayatınızdan tamamen siliyorsunuz. Parmaklarınızın ard arda iki kere kasılması ile bir şeylere başlıyor ya da bir şeylerden sonsuza dek kurtuluyorsunuz. Birlikte çekindiğiniz fotoğraflar kalıyor sadece eski bir dostluğun tanığı olarak. Aman, onları da boş verin, zaten binlerce var. Aralarında sağ tık kurbanınızla çekindiklerinizi bulup silmeye çalışmak yerine onsuz bin tane daha çekersiniz, emin olun hem zamandan hem de iş gücünden tasarruf etmiş olursunuz.


Küçük kuzen geliyor sonra içeriden. Hani nerde ölen teyzenin fotoğrafı diye soruyor. Hande ablanda diye yanıtlıyor onu annem. Kucağımda küçük kuzenim, fotoğrafı gösteriyorum. Bak bu ananem, bu da arkadaşı. Öldü. 52 yıldır arkadaştılar ama şimdi o yok. Evlendiklerini gördüler, çocuklarını, torunlarını gördüler. Birlikte gezdiler, dedikodu yaptılar, kapı önünde sigara içtiler, yaşlandılar, beyazladılar, değiştiler. Tam yarım asır. Onlar hep iyi dosttular, ne olursa olsun. Nasıl olursa olsun. Ama şimdi biri yok.


Hani nerde bir de ben bakayım diyor ananem. Uzatıyorum ona. Gözlüklerini takıyor usulca.


Kitlenmiş fotoğrafa bakarken ağzından sadece “ ya “ çıkıyor. Başka bir şey diyemiyor. Gözleri doluyor ama çok kalabalığız ya, ağlayamıyor. Bunu koymayın albüme tekrar diyor titreyen sesiyle. Ortada kalsın. Daha sonra ağlamak üzere masanın üstünde duran süs balığın yanına kaldırılıyor fotoğraf.


Eve geliyorum yine, her zamanki gibi. İki sol tık ve anlatmaya başlıyorum hepsini ileride ellerini sime bulayacağımdan habersiz adama ve ekliyorum;


“Eğer bizden başka kimse olmasaydı orada, ananemle saatlerce ağlayabilirdik; kaybettiklerimize.”


 ~resim: The feather by Movezerb

fatıma spar und die freedom fries


Aslında bu müzik konusundan uzak durayım diyordum. Ona da burnumu sokmayayım ama dayanamayıp çok sevdiğim bir arkadaşımın keşfini paylaşmak istiyorum.


Fatıma Spar und die (and the ) Freedom Fries çok neşeli, çok eğlenceli müzikler yapıyorlar. Müzik türü hakkında tam doğru olarak ne demeliyim bilmiyorum ama evrensel ya da jazz müzik biraz olsun tanım eksikliğimi karşılar sanırım. Megafonlu konser performansları da görülmeye değer anladığım kadarıyla.


Hali hazırda 2 albümleri mevcut: Zırzop (2006) ve Trust (2008)


Albümlerinden en çok beğendiğim birer parçayı dinlemeniz için ekliyorum buraya…


Umarım sizin de beğeninizi kazanırlar.


Zırzop'tan Bosa Noga;


Trust'tan My Little Someone;
    

saatler

Bu kitap eleştirisi işi hoşuma gittiği için aynı hızda son zamanlarda okuduğum kitaplar hakkında yorumlarımı paylaşmaya devam ediyorum.


Bu sefer elimize eleştirmen edası ile alıp, ağzımızı biraz yamultarak ”hmm”  dediğimiz kitabımızın ismi Saatler ve yazarı ise Michael Cunningham.


Roman iç içe ilişkileri ve benzerlikleriyle üç kadının hayatından kesitleri bizimle paylaşmakta: ilki Virginia Woolf, ikincisi Virginia Woolf’un yazdığı aynı isimli romanından Bayan Dalloway ve diğeri ise bu romanı okumakta olan Bayan Brown.


Bu romanda Virginia Woolf’un yaratıcı kişiliğine, eşi ve kardeşiyle olan ilişkilerine, intihara doğru yol alan yaratıcı bir beynin çelişkilerine, arzularına tanıklık ediyoruz. Öte yandan yazmakta olduğu Bayan Dolloway’de ise eşcinsellik ve arkadaş ilişkileri sımsıkı bağlarla örülürken, Bayan Brown’un Virgina Woolf’un hayatına paralel giden hayatı, düşünceleri ve yaptıkları bayanların hayatlarının kesişmesiyle sonlanıyor. Aslında bana göre bunun çok zoraki bir kesişme olduğunu söyleyebilirim, olmasa da ne kitap değerinden bir şey kaybederdi ne de okuyucu bunun eksikliğini hissederdi. Zaten birbirine dolanmış bu hayatları kesişmeye zorlamanın bana göre pek bir anlamı yok. Onun dışında anlatımı gerçekten çok başarılı buldum, sürükleyici bir roman. Arka kapakta yer alan yazarın kadınların iç dünyasına bu denli başarılı bir şekilde inmesiyle ilgili yapılan yorumun hakkını gerçekten vermiş yazar. Yağmurlu bir İstanbul gününde bir cafede, tek başınıza okumak için düşüncelere dalıp dalıp çıkamayacağınız bir kitap arıyorsanız, tam size göre bir seçim olduğunu söyleyebilirim.


Ve bununla da bitmiyor. Bu romanın aynı zamanda sinemaya uyarlaması olan “The Hours” filmi, Virginia Woolf’u canlandıran Nicole Kidman’a 2003 yılında en iyi kadın oyuncu Oscar’ını getiriyor. Ve benim gibi bir ayrıntı insanı için yakalanabilecek en güzel ayrıntı da filmde Bayan Dalloway’i canlandıran Meryl Streep’in kendisinin romanda sokakta yine Bayan Dalloway tarafından görülmüş ve bir meleğe benzetilmiş olmasıdır. Sanırım kulağa biraz karışık geliyor ama kitabı okuduğunuzda ya da filmi izlediğinizde ne demek istediğim anlaşılacaktır. Ben de henüz filmini izlemedim çünkü kitaptan uyarlama filmlere karşı biraz önyargılıyım sanırım. Bunun sebebi de benim hayal gücümün yarattığı karakterleri gerçekten sahnede görmek olsa gerek, biraz da kötü ve eksik uyarlama korkusu da yok değil.


Yanda okumaktayım bölümünde gördüğünüz romanları bitirdikten sonra sırayla yorumlarımı, tavsiyelerimi paylaşmaya devam edeceğim.


arjantin