athens

Tamamen aklımdan uçup gitmeden önce kelimelere dökmeliyim sanırım.
Sıcaktı, yazdı. Küçük beyaz sahil evleriyle ünlü bir kasabada tatil yapıyorduk. Görüp görebileceğiniz en sakin, en huzurlu kasabalardan biriydi. Meyve ağaçları, toprak yollar, bembeyaz çitler ve masmavi engin deniz. Başka bir yerde ölmeyi düşünemeyeceğiniz cinsten. Saçma sapan uzamış bakımsız saçlarım ve iyi beslenmekten şişmiş yanaklarımla etrafta dolaşıyordum, o da peşimden geliyordu her zaman yaptığı gibi. Neşeli bir adamdı aslında ama konuşurken aniden susmak gibi rahatsız edici bir huyu vardı. Buna alışmak çok uzun zamanımı almıştı, insan neye alışmıyor ki. Günlerimizi balık yiyerek, uzunca yürüyüşlere çıkarak, siyah tişört giyemeyecek kadar çok bronzlaşarak ve sevişerek geçiriyorduk. Pürüzsüz bir teni ve her zaman yumuşacık açık renkli saçları vardı. Kimseye ona teslim olduğum kadar teslim olamadım sanırım. Kızdığında gülümseyerek saçımı çeken ve bana gün boyu denizin dibinden kocaman midye kabukları toplayan bir adamdı o. Erkekleri sevmekten asla kaçmadım, bu onun için de böyle oldu. Onu çok derinden sevdim, yanık tenli kollarında huzur doluydum hep. Güzel bir ses tonu vardı, dikkat çekici ve hep kendinden emin. Bir sabah uyandığımda şarkı söylüyordu. İnanılmazdı. Açık pencereden esen rüzgar, heyecanla çırpınan perde, deniz sahil balıklar, sustuk ve onu dinledik. Sonra öptük usulca ve yaslandık omzuna. Sanırım hayatımın çok küçük bir bölümünü bilge ve dingin bir adamın kollarında sakince geçirdim. Ama bilirsiniz, her güzel şey gibi en kısa zamanda bitmek zorundaydı, öyle de oldu. Kendinizden dokuz yaş büyük evli ve iki çocuklu bir adamla ne kadar isteseniz de yıllarınızı geçiremezsiniz. Bunu unutmayın.

but my darling

İnsanların aşk hakkında atıp tutmalarını bu kadar dinlediğim yeter dedim. Ben yatıyorum. Sinirliydim ve kaşlarım çatmıştım çoktan. Yorganı kafama doğru çekerken, çok biliyorsunuz hepiniz dedim, bok kafalılar.
Doğrusu ne sence dedi alelacele. Sen ne düşünüyorsun?
Bir bok düşünmüyorum dedim. Doğru diye bir şey yoktur. Hepimiz katıksız aptalız bence. Üzerinde düşünerek daha fazla saçmalayıp etrafı batırmaya hiç gerek yok. Ve ayrıca tüm sevdiğim adamları kocaman bir gemide, elimde ince uçlu bir bıçakla kovalayıp boğazlarını delmek istiyorum. Sen dahil. 
Şimdi uyu.

i don't have a clue

Tam karşıma oturdu. Neler yaptın bakalım bugün anlat dedi.


Elimdeki büyük kupadan bir yudum daha aldım. İçinde limonlu yeşil çay vardı.


Bütün gün yataktan çıkmadım dedim. Kahvaltı etmedim, öğle yemeği yemedim. Sadece birkaç kere işemek için yataktan çıktım ve ayağa kalktım. Sandalyemin üzerine koyup yatağa bitiştirdiğim laptopumdan ki bu işi dün gece film izlemeye başlamadan önce yapmıştım, bütün gün dizi, film, müzik indirdim. 9 sezon Seinfeld, Röyksopp ve nicesi. Saçımı taramadım yatağımı toplamadım ve pijamalarım da hala üzerimde gördüğün üzere. Sustum. Başımda incecik bir ağrı dalgalanıyordu. Biraz durup tereddüt ettim ama söylemeden olmazdı. Ayrıca dişlerimi de fırçalamadım, bunu söylerken dudaklarımı iyice açmış sararmış olduğunu tahmin ettiğim dişlerimi gösteriyordum. Bütün gün sadece bisküvi yedim ve çay içtim. Bunu da yatağa çok yakın duran masanın üzerindeki kettle’a uzanarak yaptım. Bu koku dedim, biraz nefes çektim içime, bu bira kokusu dolaptan geliyor. Boş şişelerin ki birkaçı devrilmiş olmalıydı, kokusu ince bir ırmak halinde kapağın köşelerinden sızıyordu. Kötü koktuğumu ve her şeyin boş olduğunu düşündüm. Sanırım bir çeşit depresyon geçiriyorum dedim. İlgilenilmeye ihtiyacım var ve biraz kişisel bakıma. Bakım demişken kaşlarımın ortası da birleşiyor olmalıydı. Bıyıklarımsa ayrı bir tartışma konusu olmayı hak edecek kadar uzamış olmalı dedim. Aynam nerede acaba. Arada sırada göz ucuyla baktığım banyo aynasından başka bir ayna görmemiştim bir süredir. Zavallıcık sessizce beni dinliyordu, dehşete düşmüş olmalıydı. Etrafta saçılmış haplar, saçlar, ojeler ve çok stratejik bir yerde tırnak makası vardı. Defol git demek istedim ona birden ama onun yerine müzik açmaya karar verdim, korkup kaçmasını engellemek istiyordum. Keşke ben de kaçabilsem diye düşündüm. Ben müzik ararken etrafımızı saran sessizlik gerginliğe dönüşüyordu. Neyse ki Frank Sinatra “I’ve got you under my skin” dedi ve ikimiz de rahatladık. Her yudumumdan sonra yere bıraktığım bardağımı uzanıp elime aldım ve ayağa kalktım. Frankciğim o tatlı sesiyle mırıldanıyordu, ritme uydum. Sallanmaya başladım hafif kırdığım dizlerimin üzerinde. İleri geri yaylanmakta ve garip dans benzeri hareketler yapmakta olduğumu fark edince ikimiz de gülmeye başladık. Yerlerdeki saçlar ayaklarıma dolanıyordu ve bira kokusu hafiften genzimi yakıyordu. Zaman akmayan cinstendi ve dünyanın en hoş kokulu adamı kaçık ve pis bir kızla küçücük bir odada yapayalnız kalmıştı. Her şeye rağmen halinden memnuna benziyordu sanki ya da bana öyle geliyordu bilmiyorum.


Aklımda yaşlanmakta olduğum, üstüne basmakta olduğum ekmek kırıntıları ve bu sakin adamı yatağa atma planları vardı ama önce dans dedim kendime. Önce biraz daha dans.