küçük şeylerin tanrısı

Size az önce okumayı bitirdiğim romandan bahsetmek istiyorum. Duygularımla oynayan, beni bambaşka bir dünyanın içine sokan, aynı anda hem gülümseten hem de ağlatan romanımdan.


Roman Hindistan’da, Ayemenem’de geçiyor. Konu genel olarak kast sisteminin acımasız yargıları arasında sıkışıp kalmış bir dokunulabilir ailenin en küçük üyeleri olan ikiz kardeşler, Estha ve Rahel üzerinde dönüyor. Arka kapağındaki anlatımdan anneleri Ammu’nun aşk hikâyesinin ana konu olduğu gibi bir sonuç çıkarılsa da onun vurucu hikâyesi öz olarak kitabın son bölümüne saklanmış. 


Yazar; anlatımıyla, benzetmeleri ve şaşılacak bağlantılarıyla kesinlikle bir girdap gibi sizi romanın içine çekiyor. 


Kitapta aynı zamanda “zaman” kavramına çok farklı bir bakış açısı getirilmiş. Bölümler sanki sırayla yazılmış ama daha sonra sıra bozularak farklı bir bütünlük yaratılmış hissi veriyor.


Bitirdiğinizde artık hayatınızda pek çok şeyin değişmiş olduğunu hissediyorsunuz ve bu sizi hiç korkutmuyor.


Ben böylesine etkilenince objektif bir yorum yapmakta zorlanıyorum ama zaten tavsiyemin sebebi de bu kitabın kesinlikle beni derinden etkilemiş olmasıdır. Bir gün ben de bu kadar etkileyici bir roman yazabilirim diye umut ediyorum.


Son olarak kitap konusundan bağımsız bir şeyler eklemek istiyorum. Biraz yazılarımı geciktirdiğimin farkındayım ama ben –başkalarını bilmem ama- oturayım da bir öykü yazayım diyerek bir şeyler yazamıyorum. Bazen oluyor ancak o, içimden bir şeyler yazmak geliyor. Belirli bir doluluk seviyesine ulaşıyorum ve sonra taşanlar hikâyeyi oluşturuyor. Şu aralar da sanırım oyun oynadığım için çok fazla o seviyeye ulaşamıyorum. Gözümün önünde tanklar var çünkü sürekli. Kısacası, ihmal ettiğimi sanmayınız lütfen. Benim hep aklımda yeni bir şeyler yazmak.


 

Yeni bir hikâyeyle görüşmek dileğiyle;

arjantin

hande has been defeated


"14 Şubat" ta edindiğim pek sevgili oyunum Red Alert 3'ü oynuyorum iki gündür ve ne yazık ki her seferinde yeniliyorum.

 

Acımıyor bu "Empire of the Rising Sun" adama.

 

Askerlerimin Red Alert 2'deki gibi "for mother Russia" demiyor olmalarına mı üzüleyim, uçan küçük bir kızın koca koca tanklarımı havada çevirmesine mi şaşırayım, tam magnetic satelliteımı kullanırken kaçan uçak gemisine mi kızayım, ne yapayım bilemedim.

 

Oyun oynarken zaman hiç kendini belli etmeden, hiç acıtmadan geçiyor. Her ne kadar yeniliyor olsam da bu benim için şimdilik yeterli.

 

Ama güvenin bana, o Naomi ve Lisette'nin işini bir gün mutlaka bitireceğim.

Aha, bunu da buraya yazıyorum.

kadınım

“Bir seçeneğim olsaydı kesinlikle var olmamayı tercih ederdim” dedi ve peşi sıra uzunca bir sessizlik sürükledi. Tüm sözcükler sessizliğin rüzgârında havada asılı şimdi. Ne? Şu kayan A harfi miydi? Nereye düşecek acaba? Hafif sağa doğru sapan A, Hande’nin birasının içine düşüyor. Culp!


Sonra eriyor, suda eriyen vitaminler gibi hışırtılar ve kabarcıklar çıkararak. A’lı biranın tadı nasıl acaba? Hande birasından bir yudum alıyor. Paslı çivi tadını biraz inceltmiş, biraz da tatlandırmış gibi. Diğer düşecek harflerin de tadına bakabilmek için bardağını biraz sağa doğru itiyor Hande ama O bütün bunların farkında değil. O daha çok bir eski sevgili, yeni sevgilisiyle evlenmek üzere olan bir eski sevgili. Daha çok düşünen, daha çok mutlu olan, daha kontrollü, daha sevecen. Hande bildiğimiz Hande işte. Bir çeşit hastalık. Ona baktıklarında insanlar şöyle diyor olmalılar:


“A, o mu? O bir çeşit Hande hastalığı. Belirtileri; öksürük, aft, kalpte sıkışma ve depresyon. Endişelenecek bir şey yok canım, şimdiki antibiyotikler çok güçlü. İçiyorsun, hop ertesi güne hemen geçiyor.”


Dökülen diğer harflerden hiçbiri bardağa denk gelmiyor, S hariç. Zaten S de bardağın kenarında takılı kalıyor. O’nun dikkatini çekmeden S‘yi bardağın içine itmesi lazım şimdi.


Havada şuna benzer bir şey asılı duruyor artık:

    eçe  ğim ols   ı  es  li l  v r o  ama ı te  ih e   di 


Gözü diğer bardakta Hande’nin şimdi. Bu bir 70’lik. Arjantin diyorlar ona, Hande de kendine Arjantin diyor çoğu zaman ama bunun bira bardağıyla alakası olmasa gerek. O sessizlikten rahatsız, bir şeyler anlatmaya koyuluyor, mutlu ve umutlu olmakla ilgili. Hande onu duymuyor çünkü Arjantin’de tango yapıyor o esnada, sokakta hem de, herkesin içinde. Topuklu siyah ayakkabıları var ayağında, üstünde de elbisesi. Ne çok uzun ne de çok kısa bir elbise o. Ne o küçük kıçı görünüyor dans ederken, ne de bacakları kapanıyor. Tam kararında, neredeyse mükemmel. Saçını topuz yapmış, eh tangonun da bir adabı var. Yakışmamış pek, öğrencisini azarlamak üzere bir olan bir öğretmeni andırıyor suratı. Masada mutluluk timsali eski sevgilisini unuttuğunu hatırlayınca dans partnerine bir veda öpücüğü verip alelacele bir uçağa atlayıp dönüyor Hande. Cümlesinin sonuna yetişiyor neyse ki. “ Hayat güzel Hande, yaşıyorsan bunun tadını çıkarmalısın.”


“Ben de İstanbul’a taşınıyor, evleniyor olsaydım yani bir hayatım olsaydı ben de senin gibi konuşurdum.” Yine haklı, her zaman ki gibi.


“Doğru söylüyorsun” diyerek yeni bir konuşmaya başlıyor O.  Haklı olmaktan nefret ediyor Hande, her zamanki gibi.


Ve basket, kayan V harfi biranın dibini boyluyor. Hande’nin dudaklarında zafer gülümsemesine benzer bir şey beliriyor.


V pek erimiyor, üşeniyor galiba. Ne saçma, eğer V olarak doğduysan erimelisin. Fark ettirmeden çalkalıyor Hande bardağı. Yine de V ‘nin dibe çökme fikrinden vazgeçmesini sağlayamıyor. Birasının Vli dibini içiyor. Ağzında naneli bir tortu kalıyor, yüzünü ekşitiyor.


Gülümseyerek kalkıyor Hande masadan, tuvaletin yolunu tutuyor. Tuvaletin yerini biliyor olmak, kimseye sorma gereği duymamak büyük bir lüks. Üst kata çıkıyor. Barlarda genelde bayan tuvaletleri boş olur ilkesi kendi kendini yeniden ispatlıyor. Hande’nin ilk işi tabi ki ağzını çalkalamak. Bu V gerçekten iğrenç bir şey.


O masada bekliyor. Yan masadaki gençlere göz atıyor biraz, sonra da besleme kızlara benzeyen garsona. Birasından 3 yudum alıyor. Bu bardağı 3 kere eline alıp, 3 kere ağzına götürüp 3 kere yerine bırakmak demek. Ne kadar da yorucu. Dur biraz, biranın tadında bir gariplik var. Nedenini O bilmese de Hande biliyor. İçine İ kaçtı çünkü. İhanetin İ si, İhtirasın ve İşemenin İ si. Dünyanın en ikiyüzlü İ si, İ lerin babası ve aynı zamanda lideri.


Merdivenlerden usul usul inen Hande oturuyor yerine yeniden. Biram bitti bahanesiyle İ li biradan alıyor bir yudum. İhanetin tadına bakıyor yeniden, daha önce de bakmıştı; yaşayarak. Aynıymış diyor içinden, hiç değişmemiş. Hala tuzlu ve biraz da küf kokulu. Kendi birasına İ düşmediği için şanslı hissediyor kendini.


“Çok entelsin, senin sorunun bu” diyor parmağı yüzüklü eski sevgili. Kahkahayı patlatıyor Hande, “Evet, gereksiz bir entelim ben. Zift tadında kahve içiyor ve gözlüğümü takıp Virginia Woolf okuyorum. Sanırım bir ara da intihar edeceğim.” O da gülüyor ve aniden soruyor,


-          Kalkalım mı?

-          Evet, tamam kalkalım.


Hande eve gidip, bütün gece ağlıyor. Nedenini bilmiyor ama hıçkıra hıçkıra saatlerce ağlıyor. Bir yandan da Tanju Okan, kadınım diyor. Eşyalar toplanmış seninle birlikte…


zamansızlık kayıtları

Kötü günlerden geriye kalan, sadece bir avuç toz. Geçmişin üzerine serpiştirip unutmak, eskiyi bulanık ve renksiz kılmak için.


Rüzgârla dans eden tül, havada asılı kalan grinin çeşitli soluk tonları… İçime çektiğim havanın da gri olduğuna yemin bile edebilirim. Geçmiş kabuğuna çekilmiş, gelecek ise görünmeyecek kadar uzaklarda bir yerde. Şimdi ise üzerimden yağmurla akan boyalar gibi akıp dökülüyor halının üzerine. Açık bej rengi halımın üzerinde koyu gri kocaman bir leke var artık.


Araba ve tren sesleri…


Evrende benden başka kimse kalmadığından neredeyse eminim. Fonda yalnızca araba ve tren sesleri… Evren dediğim şeyse zaten odam ve penceremden görünen karşı apartmanın soluk yüzünden ibaret.


Hava biraz serin, yağmur biraz isli. Belediyenin caddenin orta yerine açtığı havuzun suları çamurlu. Kitaplarım yıpranmış, gri ise hala bütün bu olanlara kayıtsız.


Sanki benim dışımda hiçbir şey yok gibi, hatta hiç var olmamış gibi. Zaman kırılmış ve ben diğerine oranla daha küçük olan parçanın kırıntılarından birinde yüzüstü uzanmış, kollarımı iki yana sarkıtarak yeryüzündeki her bir kıpırtıyı yakalamaya çalışıyorum.


Hem var gibiyim hem de yok gibi…

 

açılın, hande yorum yapıyor

Sanırım son zamanlarda bana emeğimin karşılığını, hak ettiğimi düşündüğümü veren tek şey yapbozum. Saatlerce eğilip düşünüyorum, uğraşıyorum başında. Başım ağrıyor, gözlerim yoruluyor, sırtım iki büklüm oluyor ve o bütün bunların karşılığında büyüyor, güzelleşiyor. İlgilenmediğim zaman, kitap okuduğum ya da bilgisayar başındayken, bozulmuyor azalmıyor. Kötü olacak hiçbir şey yapmıyor.


Hayatta hiçbir şey yapbozum kadar vefalı ve adaletli olamıyor.


Örneğin, dostlarınıza emek verirsiniz. Affeder, sever, korursunuz. Sizi üzseler bile sesinizi çıkarmadan sevmeye devam edersiniz. Sonra öyle bir gün gelir ki hepsi arkasına bile bakmadan, tek bir neden bile göstermeden çeker giderler.


Sevdiğinize emek verirsiniz. Onun için yalanlar söyler, bir kere görmek uğruna saatlerce bekler, yorulursunuz. Başkalarını sevebilecekken, başkaları da sizi severken ondan başkasıyla düşünemezsiniz kendinizi. Sonra o ne yapar, bir gün telefon edip artık başkasını sevdiğini söyler.


Yemek yapmak da böyle bir şey benim için. Yapabileceğiniz daha güzel şeylerden fedakârlık edip domates soyar, patlıcan yıkarsınız ya da krema çırparsınız. Sonunda elinize geçen ya acı bir tiramisu ya da dibi tutmuş patlıcan yemeği olur.


İş konusuna da bakarsak yine aynı denklemle burun buruna geleceğimiz aşikârdır. İlkokul üçüncü sınıftan başlayarak kurslara gider, diğer çocuklar sokakta oynarken ders çalışır, onlar sıcacık yataklarında uyurlarken cumartesi ve pazar sabahları kalkar okula gidersiniz. Aynı şeyi sonra ortaokulda, sonra lisede yinelersiniz ve evet bravo üniversiteyi kazanırsınız. Harika bir okul olmasa da hiç fena değildir aldığınız. Sonra bölümünüzdeki her türlü olumsuz muameleye rağmen mezun olursunuz. Hadi bir de şimdi iş bulun bakalım. Aylarca her gördüğünüz ilana başvurursunuz. “CV’nizi veri tabanımıza kaydettik” cevabından başka bir cevap alamazsınız. Artık gelen cevaplara bakarak “ kaydedersen şerefsizsin ulan” diye sövmeye başlarsınız. Benim en çok kızdığım cevap türü ise “sizin yerinize başka bir adayı tercih etmiş bulunmaktayız”. Kavgada söylenmez böyle bir şey, kaldı ki tüm umutlarını şirketlerden gelecek basit bir görüşme talebine bağlamış gençlere söylensin. Bunlara da cevap olarak başka tip küfürler kullanıyorum. Burada bitti mi dersiniz, yo hayır. Bir gün tam size göre bir ilan görürsünüz, hem de ölüp bittiğiniz İstanbul’da. Hemen başvurursunuz ama o da nesi; ertesi gün red cevabı gelmesin mi, siz de evliya değilsiniz ya artık tepeniz atar. Oturur firmaya bir güzel ana teması “ ilanınızdaki her koşulu sağlayan bir adayı nasıl görüşmeye çağırmadan reddersiniz?” olan ve devamında kendilerine adalet duygusu dilediğinizi söyleyen bir adet mail döşersiniz. Bu arada nasıl yani, nasıl olur böyle bir şey, bu nasıl bir mantık diye kendinizi yiyip durmaktasınızdır. 2 gün sonra cevap maili gelir.


Subject : Teşekkür ederiz.


Kendilerine göre değerlendirme yöntemleri varmış, eleştirim için teşekkür ederlermiş bilmem ne. Şu yüzden görüşmek istemedik diyemezsiniz tabi, yok öyle bir şey çünkü. Kendimi Erdoğan gibi hissettim. Saydım sövdüm karşılığında aldığım şey kuru bir “teşekkür” oldu. Ne yapayım ben bu teşekkürü şimdi? Yine işsizim, yine işsizim ve hala nedenini bilmiyorum. Benim emeklerimin zerre kadar karşılığını vermiyorsunuz Sayın İK çalışanları, emek veren birisine davranılması gerektiği gibi bile davranmıyorsunuz. Bana bir kere daha yüzüme karşı “biz size döneriz” derseniz, ben de sizin yüzünüze karşı  “dönersen şerefsizsin ulan” diyeceğim. Kusura bakmayın benim de kendime göre bir adalet duygum var.


Dün gece “The Dark Knight” ı izlemiş olmam dolayısıyla konuyu şimdi aniden Harvey Dent’e bağlıyorum. Sen git o kadar uğraş didin, mafya babalarını yakala, kendini Batman benim diyerek tehlikeye at; sonra Rachel ölsün, yüzün yansın sonra da Batman seni öldürsün. Bu ne ya? Çekilecek dert değil seninki Dent kardeş. Rachel demişken, kendisi Paris Je t’aime’ de uyuşturucu bağımlısı bir aktrisi, Mona Lisa Smile’da da zengin ve yaşlı heriflerle ilişkisi olan bir öğrenciyi canlandırıyordu. Kendisi böyle rollerin ustası, bence tipi de inanılmaz müsait. Gönüllerimizin en birinci Jokeri Heath Ledger’ı da saygıyla anıp sakinleşmek için bir ıhlamur içmeye gidiyorum.




You see, madness, as you know, is like gravity. All it takes is a little push! “

The Joker

eksensiz kırkayaklar


Ama gene de herkes sevdiğini öldürür,

Bu böylece biline,

Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar,

Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,

Korkak, bir öpücükle,

Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür!


                                      ~ Oscar Wilde



Karanlık boş sokakta deli gibi koşan sensin. Baktığında sokak lambasının etrafında uçuşan sarhoş sinekleri gören gözler de senin. Pat pat asfaltı dövüyor ayakların, soluğun düzensiz, kan basıncın yükseliyor… Ciğerlerini mengeneyle sıkıştırdıklarına yemin bile edebilirsin. Biraz yavaşlıyorsun ama olmuyor, yetmiyor ki duruyorsun. Eğilip ellerinle dizlerini sıkıyorsun, başını kaldırdığında sokağın sonuna nerdeyse vardığını fark ediyorsun. Peki, şimdi ne yapacaksın, kafan karışık… Tam karşında bir dükkân var, bir terzi. Beyninin sol yarısı duruma müdahale ediyor, sola dönmelisin diye fısıldıyor kulağına. Daha karanlık göründüğü için ikna oluyorsun, yürüyerek sokağın sonundan sola dönüyorsun. Hem böylelikle hiç dikkat çekmemiş oluyorsun. Biraz ilerledikten sonra tekrar koşmaya başlıyorsun, bu kez daha ritmik. Deli gibi denemez hani...



Karanlık sokaklar, senin gibi durmadan koşuşturan bir hamamböceği için en uygun yer öyle değil mi? Yoksa sol göğsü sağ göğsünden nerdeyse bir beden büyük olan şu sürekli ıslak kadının pis kokulu bacak arası mı demeliydim? Kadınlar… Ah kadınlar seni saklamaya ne kadar da hevesli değil mi, tıpkı annen gibi… Koca kafalı, iri gövdeli çocuklardan kaçtığında saklandığın yerdi annenin mis kokulu eteğinin arkası. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor, alnından süzülüp kadının alnına damlayan ter damlası gibi. Ama o bunu hissetmemişti, sense düşünmüştün. Âşıkken sevişmenin ne kadar güzel olduğunu hatırlamıştın, ilk âşık olduğun kızı hissetmiştin iliklerine kadar. Bembeyazdı teni, beyaz giyinince yürüyen bir bahar çiçeğine baktığına yemin bile edebilirdin. Rüzgârda uçuşan kestane renkli saçlarını bir ömür boyu izleyebilirdin. Yavaşlayıp tekrar durdun şimdi, boğazındaki o kocaman yumrudan kurtulmak istercesine tükürüyorsun. Kaldırımda oluşturduğun şaheserine bakıyorsun, yumru hala boğazında. Elinle telefon direğinden destek alıyorsun, sol elin dizinde. Başın eğik, pes etmekle devam etmek arasında kararsızsın. Soluk soluğasın, sesli sesli nefes alıp veriyorsun. Doğruldun arkandan gelen var mı diye ellerin belinde sokağın başını gözlüyorsun. Kimse yok, biraz rahatlıyorsun. Ama ciğerlerin seni rahat bırakmıyor, ağzından çıkmak istiyor lanet olasıcalar. Göğsünü yumruklayıp onlara patronun kim olduğunu hatırlatıyorsun. Daha fazla vakit kaybedemezsin. Bir gün daha yenilemezsin, bu kez ondan önce eve varmalı ve kapıları sıkı sıkıya kilitlemelisin. Bir başarısızlığa daha tahammülün yok artık. Hızlanarak yürümeye başlıyorsun. Tek katlı bir evin var, eski moda halıların, küflü yeşil koltukların ve ekşimiş peynir önderliğinde alt notalarında kadın ve ter kokulu bir yatağın. Çöp kokusu ise büyük ihtimalle mutfaktan geliyor, buzdolabını kokladıktan sonra hayatta kalan var mı acaba? Neredeyse orta çağdan kalma bir jant fabrikasında vardiyalı işçi olarak çalışıyorsun. Orta çağda traktör jantı üretiyor olmaları garip. Bu hafta gece vardiyasındaydın. Saat 04.18, servisten indiğinden beri koşuyorsun. Aslında servis gözden kaybolana kadar bekledin. Beyin yerine kafataslarının içinde küçük kırkayaklar beslediklerinden emin olduğun iş arkadaşların seni koşarken görsünler istemedin. Seninle aynı yerde inen kimse olmadığı için şanslısın. Şansın senden yanda olduğu tek konu bu olmalı. Bir sokak kaldı evine varmaya, arkandan kimsenin gelmediğine emin olmak için tekrar dönüp etrafı kolaçan ediyorsun. Henüz kimse yok, rahatlıyorsun. Son bir atak ve bu kez başaracaksın. Aniden hızlanıyorsun, pat pat ayak seslerin sokağı dolduruyor. Gece soğuktan titriyor, sonra da yorgunluluktan esniyor biraz. Uyanık son kişinin yani senin de yatmanı bekliyor derin bir uykuya dalmak için. Tamam diyorsun az kaldı, sabret varmak üzereyim. Aniden durmaya kalkışınca kırılması hiç de zor olmayan kapıya çarpacak gibi oluyorsun. Hatta biraz yaslanıyorsun ama neyse ki hiçbir şey olmuyor. Cebinden çıkardığın gibi deliğe sokup anahtarı çeviriyorsun. Aynı ilahi hızla içeri girip kapıyı kapıyorsun, kapıya içeriden sırtınla yükleniyorsun bir süre. Yere çömelmeden önce kapıyı içeriden kilitleyip, sürgüyü çekiyorsun. Biraz soluklanıp, banyoya doğru ilerliyorsun. Zaferinden neredeyse eminsin ama neyle karşılaşacağını bilememenin heyecanı çok olmasa da biraz titretiyor kalbini. Işığı açmak için elektrik düğmesine dokunuyorsun, ışık yanmıyor. Tekrar tekrar deniyorsun, yine olmuyor. Kafasız ampul yine patlamış olmalı, sinirleniyorsun biraz. Tek ayna banyoda ve zaferine şahit olmak için onu kullanmak zorundasın. El yordamıyla aynayı asılı olduğu çividen kurtarıyorsun. Karanlıkta, oturma odası diye nezaketen adlandırdığın odaya götürüp, kanepeye bırakıyorsun. Geri dönüp ışığı açıyorsun. Usulca kanepenin yanına yaklaşıyorsun. Kafanı eğip davetkâr bir kadın gibi boylu boyunca yatan pis aynaya bakıyorsun.



Kahretsin… Lanet olsun… Yine sen... Hep sen... Hep aynı sen... Aynı çizgiler, aynı burun aman tanrım yine aynı sönük gözler… Aynı dağınık dökülmeye başlamış saçlar... Aynı işte her şey aynı. Kahretsin... ve çeşitli kırkayak kafalı dostlarından öğrendiğin küfürleri sıralıyorsun... Yine kaçamadın işte kendinden, saçmalıyorsun... Bırak o aynayı yerine. Dinlemiyorsun, yere çarpıyorsun aynayı... ayna paramparça, sen... sen ömründe ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlıyorsun…


~ 20.04.2008


~ resim: René Magritte - Not to Be Reproduced (La Reproduction Interdit), (1937) 

gastrovasküler boşluk

~ eski blogumdan gelen öyküler dizisinde son olarak - evet bu son olsun - "eksensiz kırkayaklar"ı yayınlıyorum ve tekrar yeni şeyler yazmak için çabalayacağıma söz veriyorum.
~ bu "eksensiz" kelimesi şimdi bir de hikaye içinde geçiyor olmasıyla kulak tırmalıyor olabilir ama hikayeyi yazdığım zaman bu isimde bir blog yapacağımı bilmiyordum. idare edin artık:)
~ bu hikayenin ayrıca manevi değeri var benim için. aslında onun beğendiği hikayelerimin hepsinin bir değeri var. onun beğendiği "melinda" ile başladık, yine onun beğendiği bu hikayeyle nostaljiye son veriyorum.

pek yakında yepyeni yazılarımla görüşmek dileğiyle;
arjantin