şüpheli hikaye tohumları


Tavana bakarak gerindiğim yerde ne kadar mutlu, ne kadar dertsiz tasasız görünüyorum öyle değil mi? Gülümseyerek verdiğim "hayatımı seviyorum, hayat da beni seviyor" imajına ne kadar da çabuk kanıyorsunuz. Hayır, hiç de kolay değil her şeye rağmen hayatta kalabilmiş olmam. Tamam, peki anlatacağım olanları ama yine de yaşadıklarım ve ilerde yaşayacağım gibi görünen şeylerle; yüzüme düşen her güneş kırıntısını öpüşümle bağdaştıramayacak ve bana inanmayı reddedeceksiniz. Ama olsun, içinize şüphe tohumlarını ekmemden kimse alıkoyamaz beni.



Evet, bir bakalım nerden başlamalıyım. Önce kendimi tanıtayım ismim Eylül, güzel isim değil mi, biliyorum. Endüstri mühendisliği diploması sahibi beceriksizin tekiyim. Ben ne anlarım mühendislikten, eğitim sistemine bunu anlatamadım ve üniversitem beni mezun etmeyi kendine borç bildi. Her neyse konumuz bu değil, konumuz torpille girdiğim işimden yine bir başkasının torpili için çıkarılmış olmam. Gerekçe olarak bu kadar fazla endüstri mühendisine ihtiyaçları olmadığını gösterdiler. Komik değil mi, biliyorum. Tabi ben durmadım, sanki başka birisinin hakkını yiyerek kendime bu büyük güzel fabrikadan yağlı bir parça koparmamışım gibi, olayı duyar duymaz gidip yaptıklarının ne büyük haksızlık olduğunu suratlarına haykırdım. Onlar ne mi yaptı, tabi ki hiçbir şey yapmadılar, güvenlik yaptı yapacağını. Beni neredeyse yaka paça dışarı attılar. Ailemin hiç hoşuna gitmedi bu tabi, adabımla girdiğim yerden adabımla ayrılmalıydım.



— Özür dilerim anne, sizi üzmek istemedim anne, böyle olsun istemedim anne, dayanamadım ama ne yapayım anne, bir daha yüzünüzü kara çıkarmayacağım anne ve diğer ardı ardına dizildiğinde anlamını yitiren, bunları söyleyen ben miyim dedirten söz öbekleri...



Neyse ki akıllı, güçlü, her durumda kontrollü, kendini bilen bir sevgilim vardı. En kolayından onunla evlenir, yeni bir iş bulana kadar onun parasıyla idare ederdim. Kadınların başlıca sığınağı, kolaya kaçmanın, onurunu ezdirmenin en bilindik yollarından biri, ama benim için işler pek öyle olmadı tabi ki. Sevgilim vardı demiştim ya, yokmuş. Meğer en sevdiğim arkadaşımla beraberlermiş, bunu bana nasıl söyleyeceklerini bilememişlermiş, arkadaş kalabilirmişiz üçümüz, bu onları çok mutlu edermiş. Sadece ne kadar zamandır kandırıldığımı merak ettim, bir süredir yanıtı beni pek tatmin etmemiş olacak ki; küfredip kapattığım telefonu karşımdaki duvara fırlattıktan sonra üstünde bir miktar tepinmem gerekti. Peki, bu beni rahatlattı mı, hayır. Hani olur ya çizgi filmlerde, kahraman sinirlenince gözlerinde alevler parlar, işte o alevi görebilmek için benim gözlerime bakmanız yeterliydi. Aslında başka zaman bu kadar kızmaz öfkelenmezdim ama ikisine birden yani hem uzun zamandır beni iyi tanıyan bir arkadaşa ve bana destek olacak bir sevgiliye ihtiyacım vardı, ya da hiç değilse bu gibi bir durumda beni oyalayabilecek bir işe. Hepsi aynı anda iğrenç yollarla avucumdan kayıp gitmişti ve avucum yakılmıştı artık geri dönüşüm yoktu. Yeni bir iş, yeni bir sevgili, yeni bir dosta ihtiyacım vardı. Şarkıdaki gibi değil mi, biliyorum. Hiç kolay değil, şarkılarla hayatlar yürümüyor. En azından bu sefer ne yapmayacağımı biliyordum, mesela arkadaşım ve sevgilim aynı cinsiyetten olmalı ki aynı şeyleri tekrar yaşamayayım öyle değil mi? Eh cinsel tercihimi değiştirip lezbiyen olamayacağıma göre, kendime karşı cinsten bir dost edinsem iyi olacaktı. Tabi benim yaşımda biraz zor, ne üniversite yılları gibi kafa dengi insanlar dolaşıyor etrafınızda ne de bir erkekle bir bayanın dostluğu kolay kolay hoş görülmüyor ülkemde. Evlenip bir sürü çocuk doğurmam için türlü hileler, manalı yan yan bakışlar, sürekli evde kalma muhabbetleri ile rakibini yorma aklını karıştırma ve en önemlisi psikolojik baskı ortamı yaratıp rakibi zayıflatma yöntemlerine başvuruyordu insanlar. Benimse hiçbir dayanağım yoktu, zaten biliyorsunuz ben kimsenin rakibi değilim, olmak da istemiyorum. Ben sadece biraz oturup dinlenmek istiyordum, o kadar. Beni anlıyorsunuz değil mi, biliyorum.



Sonra ne mi yaptım, kendimi alkole verdim. Peşinden 2 intihar denemesi ve bir sabıka kaydı. İlk intihar girişimimde ki ben bu girişimimden pek çok ders aldım; beni kurtaran polise hakaret ve devletin memuruna kötü davranmaktan suçlu bulundum. Hayır, çok resmi oldu resmen teşekkür edeceğim yere, adamcağızı ısırıp annesinden başlayıp neredeyse tüm diğer aile fertlerine küfür ettim. Belki kameralar orda bulunmasaydı, özür dileyip yalvarıp yakarıp kendimi affettirebilirdim, ama ordalardı ne yazık ki. Sanırım fazla bağırmış çağırmış olacağım ki çağırmadık kimse bırakmamışlardı atlamak için çıktığım binanın 15. katına. Alkollüyken intihar etmeye kalkışılmayacağını öğrenmiş oldum böylelikle. Artık iş bulma, sevgili bulma, dost edinme gibi umutlarımın yerinde yeller esiyordu. Kim benim gibi biriyle birlikte görülmek isterdi ki, onlar da haklı tabi. Ben de kendimle birlikte görülmek istemiyordum aslına bakarsanız. Ailemle de aram iyice açıldı tahmin edersiniz ki, bir evin bir kızının düştüğü hallere bakınız, böyle günler için mi yetiştirmiştik beni. İkinci girişimim de oldukça komikti, mutfakta gazı açıp yere yattım. Sonuç; uyuyakalan ben, açılan gevşek mutfak kapısı, içeri dalan soğuk hava ve uyandığında neredeyse zatürree olmuş olan ben. Bütün bunları yaklaşık 2 ay içinde yaşadım ve son maaşımın son kalan kırıntılarını da 2 gün öncesine kadar soğuk algınlığı ilaçlarına harcadım. 



Peki, şimdi neden mi gülümsüyorum; "2 ay sonra aniden gelen Eylül biz Hande'yle ayrıldık ve ben seni geri istiyorum, affet beni." telefonuyla bir ilgisi olabilir mi ya da sabah haberlerinde dün gece eski fabrikamda kimse yokken çıkan yangın sonucu trilyonlarca lira zarara batan fabrika müdürümün ağlamaklı suratını görmüş olabilir miyim? Hiç sanmıyorum, sadece bugün kendimi daha iyi hissediyorum o kadar, fazlası değil. Zaten fazlasına da ihtiyacım yok, biliyorsunuz.



~ 08.02.2007


~ fotoğraf: kis by SnjezanaJosipovic

sun ate the moon

~ sırada "şüpheli hikaye tohumları" var. ne kadar öngörü sahibi bir insan olduğumu 2007 yılında yazmış olduğum bu hikayeden anlayabilirsiniz:) evet, sonumun buna benzer birşey olacağını o zamandan tahmin etmiştim.
~ rüyamda kurbağa - böcek kırması yaratıklar görüyorum. dün de kırmızı pantolonum vardı. kırmızıdan hiç hoşlanmam.
~ bir daha asla tiramisu yapmayacağım. çok yeteneksizim.
~ internet kotasını da dün itibariyle aşmış bulunmaktayım. hayırlara vesile olsun.

okurken eğlenmeniz dileğiyle;
arjantin

devrik hayallere


Piyano sesi kadar hafif olma arzusu ya da ona benzer bir şeylerdi beni senin kapına kadar getiren. Zilin önünde beklerken buldum kendimi, giderken çarptığım kapın hala bembeyazdı ve kırgınlığı biraz olsun azalmamıştı bana karşı. Zili çalmak mı daha zor yoksa kapıyı açmanı beklemek mi? Aynıyım hala, hiç değişmedim; hala kararsızlıktan çatlayıp pul pul dökülüyorum. Ama getirdiyse diyorum ayaklarım beni sana yıllar sonra yeniden, ellerim de görevini yapmalı; çalmalı zilini. Kapıyı açtığında ne diyeceğini biliyorsun sanki diyor ellerim bana. Haklı, kuru bir özür affettirmez ki beni sana; ayaklarına mı kapanmalı, boynuna mı sarılmalı? Öyle mi yapmalı böyle mi derken geç kalmışlığımı, ertelemişliğimi arttırıyor da arttırıyorum. Ah, demet demet papatyalar getirmeliydim sana; ne de çok severdik. Seninle öğrenmiştim ben sevmeyi. Birbirimizi sever gibi sevmiştik her şeyi; insanları, rüzgarı, ağaçları... hepsini. Az vakit geçirmedik seninle, az sarılmadım senin rengârenk dünyana. Ama ne seninki gibi ne de benimki gibi gerçek dünya; acımasız, katı, adaletsiz, para-hırs düşkünü... Yavaş yavaş girerken aramıza, soğuk bir bıçak gibi ayırdı ikimizi; okul, ders, sınav, sonra iş güç...


 İçimden bir ses çal zilini, ona anlat bunları diyor. Kopacaksa kopsun; yok kopmuyorsa da sarıl sımsıkı, çek kokusunu içine, bırakma bir daha.


 Alıyorum elime fırçamı, başlıyorum biraz mavi biraz beyaz... Önce düğümleniyor sanki sözcükler boğazımda, ürkek darbelerle vuruyorum tuvale. Sonra başlayınca cümlelerim birbiri ardına devrilmeye, şarkı söyler gibi devam ediyorum resim yapmaya. Affedip kucaklıyor beni, bunca zaman sabırla bekleyen aşığım; sonra maviler deniz oluyor, denizler köpük...


~ 09.05.2006


~ resim: edward hopper - rooms by the sea

bebek kochamma

~ seriye "devrik hayallere" ile devam ediyoruz. malzeme dersi sınavına çalışırken yazmıştım. insan yapmak istemediği şeyleri yaparken başka konulardaki yaratıcılığı her zaman artıyor. yazmaya başladığımdan beri bunu gördüm.
~ sanırım insanların bana "sen hala burada mısın" ya da "nasılsın" diye sormalarından korktuğum için onlarla görüşmeyi reddediyorum.
~ rüyamda kocaman bir fok gördüm. kürekle vurdum vurdum, sürekli bana saldırıyordu. üstüne kapıyı kapattım. sonra ölecek diye korktum.
~ kendim hakkında yazamadığımı söylüyordum ya özgür rüya. şimdi bu değişimi neye borçluyuz diyorsan, deme...

dostlarınızla mutlu bir hayat dileğiyle;
arjantin

melinda


Şimdi iki küçük örümcek saçlarımı örüyor ve gözyaşlarım daha fazla kirpiklerimin ardında saklanamayıp birer birer kırılıyor kucağımda. Saçlarımı taramaktan bitkin düşmüş yaşlı bir kirpi de ayağımın ucunda uyukluyor, arada bir uyanıp örümceklere söyleniyor. Olan bitenden habersiz bir bal arısı her gece olduğu gibi başım ve altın tozu kutusu arasında mekik dokuyor. Önce ayaklarını batırıyor altın tozlarına sonra da başımın üstünde bir ileri bir geri uçarken topuklarını vuruyor birbirine. Saçlarım parlıyor, kıskanç birkaç yıldız arkasını dönüp görmezden geliyor.


— Yeter artık, yoruldunuz. Hem gelmeyecek siz de biliyorsunuz.


  Ağzımdan çıkan hüzün kabarcıkları yükselip tavana çarpıyor, sonra patlayıp tekrar üzerimize saçılıyor. Artık tek üzgün ve ağlamaklı ben değilim odamda. Hıçkırıklarını gizlemek için acıklı acıklı çalmaya başlıyor piyanom. Gece sırtımı sıvazlıyor, “ Üzülme, söz verdi, gelecek.” Mumları ürkütmemeye çalışarak açılıyor yaşlı pencere, rüzgâr usulca dalıyor hüzün tüten odama, sürünerek geçiyor yatağımın altından ve yağmur kokusunu boca ediyor burnumdan içeri. Gülümsüyorum, gülümsüyorlar ama hala hepsinin boynu bükük. Ağzında saçlarıma takmak için papatyalar taşıyan tavşanın gözleri doluyor bir ara. O da biliyor gelmeyeceğini, içi acıyor, biliyorum.


— Ben artık bıktım, yoruldum onu beklemekten. Yaz bitmeden geleceğim demişti. Nerdeyse kış geliyor bakın, ama o hala gelmedi.


Tembel kedim bakışlarını çeviriyor; umudu yerle bir, benimki de öyle.


— Size umutsuzluk hiç yakışmıyor küçük hanım, diyor yabancı bir ses.


— Kim var orda diyince çokbilmiş baykuş dostum kafasını uzatıyor pencereden içeri. Pencere irkiliyor; kapanıp kıstırıversem şunun koca kafasını diyor içinden belli.


— Ben bir zavallıyım, asla gelmeyecek olan birini aylardır hiç durmadan bekleyen bir zavallı. Ama bu gece gitmeyeceğim o parka, beklemeyeceğim onu bu soğukta bir başıma.


— Bir ihtimal kırıntısı uğruna her şeyini verebilecek o kadar çok insan tanıyorum ki. Hadi, hazırsan kalk gidelim prenses. Ben sana eşlik ederim.


  Bir an tereddüt ediyorum gidiple, gitmeyip baykuşa kafa tutmak arasında. Gözlerini kocaman açıp ayakkabılarımı önüme bırakan şımarık köpeğime yeniliyor gönlüm, boynunu eğip “peki” diyor dik başım. Alelacele küçük kurdeleler iliştiriyor kelebekler saçlarıma. Aynada göz ucuyla kendimi süzdükten sonra kapıya doğru yöneliyorum heyecanla. Sessizce dua etmeye başlıyor benimkiler, saat sabahın 2’si. Gökyüzü çoktan kesmiş ağlamayı, derin bir uykuya dalmış.


— Hayır, diyor baykuş. Bu tarafa, pencereden çıkmalıyız; buradan daha kestirme.


  Sesi kararlı, uyuyorum dediğine; bir bildiği vardır herhalde. Atlıyorum pencereden korkusuzca, hızlı hızlı yürümeye başlıyorum. Ayaklarımın altında eziliyor, çığlık atıyor kahverengi yapraklar, ben duymuyorum. Kucağımda kocaman bir baykuş, parkın en sonundaki çınar ağacının yanındaki banka ulaşmak için hızlıca atılan adımlar, yorulmamak elde değil. Duraksıyor, soluklanıyorum, ileriden sesler geliyor tınılı. Yakınlaştıkça iki farklı kişinin sesinin birbirine karıştığını anlayabiliyorum, masal kadar güzel bir şarkı. Bu, bu benim çınar ağacımın sesi, şarkı söylüyor; diğeri de demek ki... Adımlarım hızlanıyor, kalp atışlarımla birlikte. Yürümüyorum, koşuyorum sanki; hatta koşmuyor uçuyorum ona doğru.


— Melinda, diyor o tanıdık güzel ses. Ağaç şarkıya daha da yüksek sesle devam ediyor. Baykuşu yere bırakıp, sarıyorum kollarımı boynunun etrafına. Çokbilmiş baykuşum havalanıyor, kanatları mutluluktan daha hafif.



02.11.06


~resim: michael whelan - pathend


this will make you love again

~ şu sıralar depresyonda olduğum için yazamıyorum pek, hatta hiç. o yüzden siz sayın okurlarıma birşeyler sunabilmek adına bir süre kapattığım spaceimden seçme yazılarla çıkacağım karşınıza.
~ aralarında en sevdiğim "melinda" ile başlıyorum bu diziye. dizi diyelim evet. nostalji kokan bir dizi olsun bu. tamam, biraz da "her boku bilen adam" özentiliğimin sonucu olabilir:)

beğenmeniz dileğiyle;
arjantin

balköpüğü masal


Küçük tatlı şekerlemeler düşleyin şimdi. Parlak paketleriyle çikolatalar, üstünde küçük bayrakların olduğu küp şeklinde karameller, rengârenk jelibonlar… Balonlar gelsin gözünüzün önüne şimdi, pembeler beyazlar maviler. Kötü adamlar da varmış mesela, -her hikâyede olur ya- bunda da olsun ne var. İki kişilermiş, yok yok üç kişilermiş aslında. Üçünün de bıyığı varmış ama bir tanesininki Nietzsche’nin bıyığıyla yarışsa kesin kazanırmış. Nietzsche işte bu yüzden sık sık ağlarmış. Sahip olduğunuz her şeyin peşindelermiş, aslında tam olarak neyin peşinde olduklarını onların da bildiği söylenemez. Kendilerine ne emir veriliyorsa harfiyen yerine getiriyorlarmış çünkü. Düşmanlarınızı tanıdığınıza göre kaçın şimdi, koşa koşa. Dağları tepeleri aşın ilahi bir hızla. Peşinizden geliyorlar mı diye kontrol etmeyi de ihmal etmeyin. Koca koca çam ağaçlarıyla kaplı ormana dalın şimdi. Biraz ilerledikten sonra irice bir ağacın arkasına saklanın. Yeterince gizlenmiş olduğunuza inana kadar yapraklarla üstünüzü örtün. Çok yoruldunuz biliyorum, bu aksiyon hem sinirlerinizi hem de kaslarınızı yordu. Şimdi usulca uykuya dalabilirsiniz. Meleklerin vaat ettiği uçuk pembe vadilerde yuvarlanabileceğiniz cinsten bir uyku olsun. Rüyalar görün; uçun, şarkı söyleyin, gülün ama sakın uykunuzda sayıklamayın.

Artık uyanabilirsiniz neredeyse öğlen oldu. Hemen doğrulmayın hala etrafta sizi arıyor olabilirler. Biraz etrafı kolaçan edin yerinizden kalkmadan. Tamam, etraf temiz gibi. Şimdi yavaşça doğrulup ormanın çıkışına doğru yürüyebilirsiniz. İçinizden bir ses güvende olduğunuzu söylüyorsa sorun yok demektir. Bilirsiniz, içinizdeki ses her zaman doğruyu söyler. Ormanın çıkışına ulaştınız şimdi, artık sakin sakin yürümeye devam edebilirsiniz. Önünüzde bir buğday tarlası var, kaybolmadan bu tarladan çıkmayı başarabilirseniz sizi eve ulaştıracak patikaya ulaşabilirsiniz. Acıktınız biliyorum, hadi biraz çantanızdaki şekerlemelerden yiyin. Bu enerjiye ihtiyacınız olacak.

Hiç yönünüzü bozmadan ilerliyorsunuz, tebrikler. O da ne, bir ses duydunuz. Biraz yaklaşıyorsunuz, şimdi kesildi. Biraz daha yaklaşınca yerde umutsuzca hoplayan mavi bir balık görüyorsunuz. Buraya nasıl gelmiş olabilir. Onu ölmeden denize yetiştirmek zorundasınız. Hadi çabuk olun, koşmalısınız. Daha fazla oksijensiz kalamaz zavallı balık. Deniz ilerdeki tepenin ardında kalıyor olmalı. Size minnettar kalan balık, yol boyunca hikâyesini anlatıyor. Denizlerde özgür yüzerken bir gün sevdiğinin yanından kaçırılıp balık çiftliğine getirilişini, yaptığı kaçış planlarını, denize doğru giderken nasıl ters yöne saptığını, hepsini bir bir anlatıyor. Bunları duydukça hem üzülüyor hem de hızlanıyorsunuz. Tepenin tam üstündesiniz şimdi, karşısı göz alabildiğince deniz. Bir martı gibi süzülüyorsunuz tepeden aşağı. Az ilerdeki sahile varıyorsunuz. Artık neredeyse son nefesini vermek üzere olan balığı usulca, incitmeden denize salıveriyorsunuz. Bulutlar sizinle gurur duyuyor, güneş başını hafifçe öne eğip selam veriyor. Artık siz bir kahramansınız; bir balığın kahramanı ve aynı zamanda doğa ananın en sevdiği küçük evlatlığısınız. Akşam olmak üzere, balköpüğü kumlarda biraz daha oyalanıp evin yolunu tutuyorsunuz. Size savaşların olmadığı, çocukların ölmediği bir dünya vaat ediyor evinizin toprak yolu. Yürekten inanın şimdi buna, gerçekten inanmadığınız hiçbir şey gerçekleşemez çünkü. İnanmadığı hiçbir şeyi gerçekleştirme gücünü kendinde bulamaz hiçbir insan.
Şimdi 10’dan geriye doğru sayın ve gerçek dünyaya geri dönün sayın kahraman. Baktığınız bilgisayar ekranınızın yanındaki içeceğinizden bir yudum daha alın ve rahatlayın. Siz bize daha çok lazımsınız.

~resim: My Fish by Quistography

iz


Özgür Rüya ile bir ortak çalışmaya daha imza atmış bulunmaktayız. Şu sıralar çok yoğun olduğu için kendisine süpriz yapıp yayınlıyorum.



Sadece sesini duymak için aramıştı onu. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli, uzun zaman olmuştu dalgalı denizin durulmasından bu yana. Denizi dalgalandırmak değildi amacı, sadece sesini duymaktı. Havadan sudan, şuradan buradan veya herhangi bir başka bir konu hakkında konuşmak istiyordu. Telefon konuşması bittiğinde kendisini mutlu hissetti. Onun sesini duymuştu ve denizi dalgalandırmadan bitivermişti konuşma. İki yabancı gibi desen değil, iki iyi arkadaş gibi desen değil, iki sevgili gibi desen değil; birbiri hakkında çok şey bilen iki insanın telefon konuşmasıydı.

Dışarı çıktığında onun olmadığı bir şehirde onu nasıl da gerçek biri gibi yaşattığının farkına vardı. Sokaklar, yollar, parklar ve daha bir sürü şeyde onun da olduğu bir iz vardı. Ya onunla kurulan bir hayalin başı geçmişti bu sokaklarda ya da ona kavuşmanın yakın olduğu heyecanlı anlar. Bir ara kendisini gördü sokakta. Onu hayal ederken yerden bir karış havada yürür bir şekilde ve şimdikinden üç-dört yaş küçük halde. Tebessüm etti kendisine. O zamanki kendisinin yerinde olmak ister miydi? Evet. Kendi hayaline sarılacağını bilse gider kendisine sarılırdı. Derin bir nefes çekip sıkıştığını hissettiği ciğerlerini rahatlatmaya çalıştı. Başını öne eğip yürümeye devam etti. Anılar kurdukları pusudan ateş etmeye çoktan başlamış, benliği ağır yaralanmıştı. Saldırıların ardı arkası kesilmiyor, gözünün önünden kahverengi uzun saçları, koyu yeşil gözleri gitmiyordu. Beni bırakma diyişi, ağlayarak babasından bahsedişi, açık denizler kadar geniş kalbi… Zayıf değildi asla, aksine kendisi pek inanmasa da karşısındakine ne kadar güçlü olduğunu hissettirirdi. Onu gördüğünüzde bilirsiniz, nerden olduğu önemli değil. Sadece bilirsiniz ki eninde sonunda sizi bir şekilde üzecek. Onu hep beklemek zorunda kalmıştı. Yemeğini bitirmesini, ağlamasını, gittiği şehirlerden dönmesini, karar vermesini beklemekle geçmişti neredeyse bir senesi. Şimdi her şey öyle uzakta kalıyordu ki, kilometrelerce uzakta.

Daldığı hayaller denizinden kafasını çıkarıp kendine geldi. Yaklaşık son on dakikadır vitrinde aynı saate odaklanıp bakmış olduğunu fark etti bir anda. Fark eden kimse var mı diye etrafa bakındıktan sonra tekrar yola koyuldu. Markete vardığında ne almak için evden çıktığını hatırlaması pek de kolay olmadı. Ufak bir tur attıktan sonra dolaptan reçel, peynir gibi kahvaltılıklarla bir de ekmek alıp kendini hızla dışarı attı. Ağır ağır tekrar evin yolunu tuttu. Onunla yaptıkları alışverişler tekrar aklına gelince bu kez sinirlendi. Uzak bir şehirde o umursamadan her şeyi unutmuş, kendine yeni bir hayat kurmuş yaşarken hala onu düşünüyor olmasını kendine, gururuna yediremedi. Zaten apartman kapısına varmıştı. Boşta bulunup zili çaldı. Evde onu bekleyen kimse olmadığı beynine bir yumruk gibi inerken poşetteki yumurtalara aldırmadan sinirle anahtarını bulmaya çalışıyordu. Eve geldiğinde mutsuz bir adamdı artık, mutsuz ve yalnız. Ceplerini boşaltırken cep telefonunu çıkarıp portmantoya koyduğunda kapalı olduğunu fark etti. Arandığı sırada şarjının bitip telefonunun kapandığını, tüm gururuna rağmen arayan kişinin o olduğunu ve şu anda hıçkırıklarına aldırmadan ağlamaya devam ettiğini nerden bilebilirdi ki.

~resim: wassily kandinsky - autumn in bavaria (1908)

hafif



Silinmek istiyorum bu dünyadan. Solarak, solgunlaşarak yok olup gitmek…

Başlangıçta beni henüz görebiliyorken, bendeki renksizliği anlamlandıramayacaksınız. Ne oldu neyin var diyeceksiniz hep bir ağızdan, “yok bir şeyim, iyiyim ben” dedikçe sormaktan vazgeçeceksiniz yavaş yavaş. Gün gelecek solgunluğum saydamlığa dönüşecek, bana baktığınızda belli belirsiz arkamdaki nesneleri görebilmeye başlayacaksınız. İşte o gün beni unutmaya, beni fark etmemeye başladığınız gün olacak. Ola ki yanlışlıkla omzuma ya da koluma dokunursanız hiçbir şey hissetmeyeceksiniz. Eliniz boşluktan, havadan başka bir şey algılamayacak. Havaya atmışsınız gibi kolunuz birden aşağı sallanacak. Benliğimle birlikte tüm duyularınızdan siliniyorum dostlarım. Ve ne mutlu bana ki gün geçtikçe saydamlığım katlanarak artacak. Artık yolda karşılaşınca çekilmenize gerek kalmayacak ve hayatımdan araba kazası tehlikesi tamamen kalkacak. Dosdoğru içimden, bu ışığın neredeyse tamamını geçiren saydam bedenimden hiçbir engele takılmadan geçebileceksiniz. Silindikçe hafifleyeceğim, hafifledikçe silineceğim. Ve tabi unutmadan, sesim. Zaten normalde de duymakta zorlandığınız sesim giderek alçalmaya başlayacak. İlk zamanlarda kafanızı kaldırıp biri bir şey mi dedi diye sormalarınızın yerini, eğik hiçbir şeyin farkında olmayan başlarınız alacak. Her bir hücremle, her bir duyum, düşüncemle hafifleyeceğim ve hepiniz beni unutacaksınız. Zaten tam olarak da istediğim bu. Beni hiçbir duyunuzla algılayamayacak aşamaya geldiğimde, kalbinizle de algılayamayacaksınız. Artık ne sevgi ne de özlem kırıntısı kalacak yüreğinizde. Neden birden çekip gitmediğimi soranlar olursa, onlara bunun benim için yeterli olmadığını, sadece bedeni alıp bir başka yere götürerek insanların hayatından tam anlamıyla çıkamayacağımızı söylemek isterim. Yok olmak bir süreçtir. Kaybolmak bir amaçtır, bir arzudur. Size nedenlerden, amaçlarımdan bundan sonra ne yapacağımdan bahsetmek istemiyorum. Her silinmeyi derinden isteyen nesne gibi ben de kendimden bahsetmekten hoşlanmıyorum. Sadece yok olmak istiyorum, sessiz ve derinden... silinmek hafifçe hiç var olmamışçasına...


~resim: I'd like to disappear by Sceid