mavi sakal

Aslına bakarsanız başlığın ne olacağı konusunda çok kararsız kaldım ama fazla spekülasyon yaratmamak ya da kendimi bir provokatör vb. biri gibi göstermemek adına diğer kitap yorumlarımda da kullandığım kitap ismi başlığımdan vazgeçmiyorum. Ki zaten burasını bir kültür sanat blogu olarak adlandırdıysam farklı kültürleri göz ardı etmek ya da onları incitmek benim yapmak isteyeceğim en son iş olmalıdır.


Mavi Sakal bir otobiyografidir, hayali bir kahramanın otobiyografisidir. Kahramanımızsa bir Ermeni ressam olan Rabo Karabekian’dır. Annesi de babası da Türkiye’de farklı köylerde yaşayan Ermeni ailelerin çocuklarındandır. Yazarın “Ermeni Soykırımı” olarak tanımladığı olaylardan köylerinden tek kurtulan insanlar olmuşlar ve yine “Türklerden” kaçarken bir sınır kapısında karşılaşarak yolculuklarının kalan kısmını birlikte devam ettirmişlerdir. Yolculukları Amerika’da son bulur ve oraya yerleşirler. Babası kunduracılık yaparak geçimini sağlamaktadır ve Rabo’da orada dünyaya gelir. Rabo aslında kendi hikayesini anlatırken bir yandan da kitabı yazdığı zaman hakkında da bilgi vermektedir. Hayatına giren bir yazar, intihar eden arkadaşları, hizmetçileri ve yazar dostu da günümüze dönüşlerle anlatılmaktadır. Kendi başarısızlıklarını, gerek bir baba bir eş olarak, gerekse bir ressam olarak çok içten ve kabullenici bir tavırla okuyucusuna gizlemeden aktarmaktadır. Rabo, tek gözlü ihtiyarımız, ve onun soyut dışavurumcu ressam dostlarıyla garip ilişkileri, kendisi gibi Ermeni ressam Dan Gregory’nin yanında yaşadığı tecrübeler, bir gün aniden hayatına giren çılgın bayan yazar kitabı renkli ve kısmen okunmaya değer kılıyor.


Kitabı okuduktan sonra soyut dışavurumcu resimler ve ressamlar hakkında biraz araştırma yaptım. Kitapta da adı geçen ressam Jackson Pollock’un resimlerine biraz göz attım. Açıkçası soyut dışavurumcuların dilinden anlamak oldukça güç. Pollock resimlerini yaparken fırça kullanmak yerine akıtmak, damlatmak gibi teknikler kullanıyormuş. İlginizi çekiyorsa, fathom five ve she wolf resimlerine linklere tıklayarak erişebilirsiniz.


Kitabın ilk 170 sayfasını 20 günde, kalan 100 sayfasını da bir akşamda okuyup bitirdim ki o akşam 23 Nisan akşamıdır. Ertesi gün Obama’nın çeşitli açıklamalar yapacağından habersizdim ve bütün bunların üst üste denk geliyor olması da benim açımdan oldukça tesadüfî oldu. Kitabı neden bu kadar dengesiz bir şekilde okuduğuma gelirsek, bir Türk olarak Türklerden nefret eden hayali bir Ermeni ressamın hatıraları ve aynı zamanda güncesinden oluşan bu kitabı okumak çok kolay olmadı tabi. Bir süre etrafta kitabım Türk düşmanı çıktı diye gezdim ama yine de sağduyumu bir tarafa bırakıp oldukça objektif bir biçimde kitabı okumaya çalıştım. Buraya kitaptan bazı dikkat çekici cümleleri hiçbir yorumda bulunmadan aktarmak istiyorum. Alıntıladığım kitap 2003 yılında Dost Yayınevi tarafından basılmıştır.


“Aralarında kan bağı olan akrabalarını, Türk İmparatorluğu’nun yaklaşık bir milyon Ermeni vatandaşına karşı gerçekleştirdiği bir soykırımda yitirdiler.” Sayfa 14


“Böylesine iddialı projelerin beraberinde getirdiği sorunlar tam anlamıyla endüstriyeldir: O kadar çok sayıda, büyük ve becerikli hayvanı ucuz ve hızlı biçimde öldürmenin, kimsenin kaçmadığına emin olmanın ve sonrasında oluşan et ve kemik dağlarını imha etmenin yolları aranır. Bu konuda dünyaya önayak olan Türklerinse ne işi büyütme kabiliyetleri, ne de bu iş için gereken özel makineleri vardı. Almanlar bundan sadece çeyrek yüzyıl sonra, her ikisini de mükemmelen sergileyeceklerdi. Oysa Türkler, bulabildikleri tüm Ermenileri evlerinden, işlerinden, teneffüslerinden, oyunlarından, ibadetlerinden, eğitimlerinden ya da neredeyseler oralardan alıp kırsal bölgelere sürüverdiler, onları yiyecekten, sudan ve barınaktan mahrum bıraktılar, onları vurup ezdiler ve hepsi de ölmüş görünene dek buna devam ettiler. Sonrasında oluşan pisliği temizlemek ise, köpeklere, akbabalara, kemirgenlere ve nihayet solucanlara kaldı.” Sayfa 15


“Babam nihayet sorumu şöyle cevaplandırmıştı: ”Türklerden tek istediğim, biz gittikten sonra ülkelerinin daha bile çirkin ve tatsız tuzsuz bir yer haline geldiğini kabul etmeleri.” Sayfa 45


Düşünün ki yabancı bir milletin gençlerinden birisiniz ve “Mezbaha No:5”, “Şampiyonların Kahvaltısı” gibi tanınmış ve önemli eserlerin tüm dünyaca hümanist olarak kabul edilen yazarının bahsi geçen kitabını okuyorsunuz. Ben olsam kesinlikle yazara inanırdım ve bunu araştırma gereği bile duymazdım. Çocuklarıma bunu böyle anlatırdım ve gönül rahatlığıyla olayları “soykırım” olarak kabul edeceğini vaat eden Obama’ya oyumu verirdim.


Benim bu konudaki hassasiyetim ortaokul yıllarıma dayanır. Şu sıkıcı dönem ödevlerimi hep başarısız olduğum tarihten almaya gayret ederdim ve konularımdan birisi “Doğu Cephesi ve Ermeni Sorunu” idi. Çok özenli ve geniş çapta yaptığım araştırmanın sonucu bende; rüyalarıma giren Ermeniler tarafından öldürülmüş Türklerin kemikleri ve sonsuza dek üzerimden atamayacağım bir hassasiyet olarak kaldı. Ve bununla hatırlatmak isterim ki faşist forward mailler tarafından zorla iteklenmiş bir holiganizm ya da facebook’ta kurulmuş bir iki grubun açıklamalarını okuyup etkilenerek yazılmış bir yazı değildir bu. Tıpkı Vonnegut’un kitabında fikirlerini ve inandığı şeyleri belirttiği gibi, ben de onun bu konuyu açmış olması vesilesiyle görüşlerimi belirtiyorum.


Benim şimdi burada şöyle olmuştur böyle olmuştur, aslında olanlar yansıtıldığı gibi değil falan dememin, bir takım tarihi olayları açıklamaya çalışmamın bir anlamı yok çünkü ben ne bir tarihçiyim ne de bu iş bana düşer. Ama yine de Tehcir Kanunu’yla Ermenileri imha etme amacı güdüldüğüne ve bunun da gerçekleştirildiğine kesinlikle inanmadığımı belirtmek istiyorum. Eğer inanıyorsanız da sizi google’da yapacağınız küçük bir araştırmaya davet ediyorum. Aranacak kelimeler olarak “Ermeni Sorunu” ve “Hovannes Katchaznouni” ve unutulmaması gereken bir ek bilgi olarak “sezar salatası”nı deneyebilirsiniz.


Kitaba geri dönüp bir şeyler daha eklemek istiyorum. Ekşisözlükte Mavi Sakal hakkında yazılmış tüm yazılara baktım ve benim burada bahsettiğim tarzda bir yorum ya da Kurt Vonnegut’un Türklere karşı tutumunu anlatan bir yazı bulamadım, aslına bakarsanız bir iki kişi dışında kimse bunun bir kitap olduğundan bile bahsetmemiş. Bahsedenler de Kurt Vonnegut’un bir kitabıdır demekle yetinmiş. Wikipedia’da ise benim yazdığım gibi dikkat çeken cümlelere yer verilmiş.


Son olarak, açık görüşlü bir insansanız, sizinle aynı fikirde olmayan insanlar sizi rahatsız etmiyorsa (ya da bilemiyorum belki aynı fikirdesinizdir) ve otobiyografilerden hoşlanıyorsanız bu kitap size göre olabilir.


Rönesans.

buluttan cennetler


Düşümde bembeyaz bulutları gördüm. Rüzgarla dağılıp, tekrar bir araya gelen hafif buhardan bulutlar. Masmavi gökyüzünde asılıydılar, ne yukarı çıkıyor ne aşağı iniyorlardı. Onların yeri orasıydı ve orada öylece duruyorlardı.


Kollarımı ve ellerimi açmıştım rüzgara karşı, parmaklarımın arasından usulca kayıp akıyordu o da, incecik kum taneleri gibi. Kıvrılıp bükülen hava, kulağımda önce vınlıyor, sonra saçlarımın arasına giriyor, usulca dalgalarımın arasında yaylanıp dışarı fırlıyordu.


Gökyüzünü izliyordum, elbisemin deliklerinden geçip bedenimi sarmalayan rüzgarla birlikte. Bir uçtan diğer bir uca uzanan mavilikte oynaşan bulutları dikkatlice gözlemliyordum. Gökyüzünde motif motif akmayı onlardan başka kimse öğretemezdi bana. Yalnızca rüzgarın uğultusu ve ağaçların hışırtıları vardı kulağımda. Onlar da kulağımın derinliklerinde, belli ki beyin kıvrımlarımın arasında gerçek yankılarını buluyordu. Ayağıma periyodik olarak çarpan cansız otlarsa, sadece bu manzaranın mükemmeliyetçi parçalarından birkaçıydı.


Hava yavaşça kararmaya başladı düşümde. Kesilmiş tırnak gibi belirdi ay uzaklardan. Parlaktı. Sarıydı. Gülümsüyordu. Onu izledim bir süre, giderek ona yaklaştığımı hayal ettim. Ayaklarımın yerden kesilişini hissettim, giderek yükselişimi. Aya doğru çekiliyordum, eşsiz ve kusursuz. Rüzgar bedenimde dört dönüyordu, beni ağır ağır yolcu ediyordu. Sonra gözlerimi açtım, ayaklarımın altındaki toprağı hissettim yeniden, yumuşak ve derin. O serinliği ve tatlılığı hissettim, yere dimdik basıyor olmanın tatlı yorgunluğunu. Bakışlarımı usulca gökyüzünden yeryüzüne çevirdim. Rüzgarla saçları savrulan kadınlarıma baktım, güzel bakışlı, güzel kadınlarım. Kimisi sırtüstü yere yatmış benim gibi gökyüzünü seyrediyordu, kimisi yüzünü çimlere gömmüş toprağı seviyordu. Biraz dönünce etrafımda, rüzgar önce sağımdan sonra da arkamdan esmeye başlıyor, saçlarımsa darmadağın kah yukarda kah suratımda kah dudaklarıma yapışıyordu. Gökyüzüne tekrar çevirdim yüzümü, ay ışığıyla oynaşan kadınlarımı yeryüzünde yalnız bırakıp.


Zaman geçti ve sonra biraz daha geçti. Hepimiz evlerine çok geç kalmış kadınlardık ve zaman bizim için ormanda zıplayan bir ceylandan farklı bir şey değildi. Zamandı işte, geçerdi ve öyle de oldu.


Gitmeden önce son bir kez daha yıldızlara baktım. Uzayın çiçekleri de onlar olmalı dedim içimden, simsiyah boşluğun içinden boy verip yetişen. Gezegenlerse uzayda etrafa saçılmış kırıntılar gibi görünüyor olmalıydı, kozmik bir elektrikli süpürgenin hortumu tarafından süpürülmeyi bekleyen kırıntılardı onlar. Artık hava serindi ve ne yazık ki gitme vaktinin geldiğini belli eden işaretler etrafımızda dört dönüyordu. Son bir şey dedim, gitmeden son bir şey söylemek istiyorum.


Eğer gerçekten bir cennet varsa, benim için orası burasıdır. Şıkırdayan küpeleriyle, pürüzsüz tenleriyle kadınlarımın özgürce zamanın ve rüzgarın, toprağın ve gökyüzünün tadını çıkardığı yerdir. İşte o yer burasıdır.


ve böylece yüzyıl önce parmaklıklar arasına hapsolmuş düşlerimden birisi daha özgür kalmış oldu. O da gürültüyle kanat çırpıp, bilinmeyene doğru yola koyuldu.

 


~ şarkı: Air - Mike Mills (bu şarkı eşliğinde yazdım, bu şarkı eşliğinde okunmasını tavsiye ediyorum.)

psapp


Yazının başlığı rastgele harflere basılmış gibi duruyor sanırım. Ama aslında öyle değil. Fotoğraftaki hanımefendi(Galia Durant) ve beyefendinin(Carim Clasmann) dünyanın en şirin elektronik müziğini yaptıkları gruplarının ismi “Psapp”. Nasıl okunması gerektiği bir muamma olduğundan dolayı sanırım myspace sayfalarında bu duruma açıklık getirmişler. Bildiğimiz düz “pısap” diye okunuyormuş, isterseniz siz de bir bakın.


Şirin elektronik müzik nasıl olur konusuna gelince; oyuncaklarla, kedilerle, hatta seyirci üstüne fırlatılan oyuncak kedilerle oluyormuş. Şimdiye kadar 4 albüm çıkartmış bulunmaktalar. Benim en beğendiğim albümleri “Tiger, my friend” ve son albümleri “ The Camel’s Back” ten birer şarkılarını dinlemeniz için buraya ekliyorum.


Keyfimi yerine getiren, beni mutlu eden sevimli müzikleri, umarım sizin de beğeninizi kazanır.


Tiger, my friend albümlerinden aynı isimli parçaları;



ve çok sevdiğim "About Fun" ı da eklemeden geçemiyorum :)


The Camel's Back albümlerinden "Fix it";

zorba

Okuduğum en hayat dolu, en insan canlısı romanlardan biridir “Zorba”. Artık Yunanistan’ın sıcak havasından mıdır, Ege’nin tuzlu sularından mıdır yoksa ikisinden de nasibini almış sevimli insanlarından mıdır bilmem. Zaten gördüğünüz üzere deniz, sahil, sıcak hava, sıcak insanlar tutkum yer yer blogumda kendini belli etmekte.


Bu romanın kahramanı ise hepimizin bir yerlerden bir şekilde duymuş olduğuna inandığım “Aleksi Zorba”. Zorba anlatıcının bir dostu olarak karşımıza çıkıyor, geç tanıdığına inandığı bir dostu. Birlikte kömür madenlerinde çalışırken Zorba’nın geçmişini, bugününü, sevaplarını, günahlarını dinliyoruz. Kendisi okul okumamış bir filozoftur aslında, bütün gün kitaplarından başını kaldırmayan anlatıcıya görmüş geçirmiş olmanın verdiği birikimle anılarını, ikilemlerini, inanç ve umut dahilinde sorgulamalarını anlatmaktadır. Anlatıcımızsa çoğu sorusuna cevap veremez ya da Zorba’nın söylediklerini sindirebilmesi için çaba sarf etmesi gerekmektedir. Zorba anlatır da anlatır, anlatamadığında, sözler yetmediğinde raks ederek anlatır. O da olmazsa pek sevdiği santurunu konuşturur.


Zorba benim kafamda tam olarak ağaç çağrışımı yapıyor, toprağa sımsıkı tutunmuş yüzünü güneşe dönmüş, iri gövdeli yaşlı ama hala yemyeşil bir ağaç. Zorba gücünü hayatın ta kendisinden alır, topraktan, güneşten, müzikten, kadınlardan… Çok ülkeler görmüş, pek çok farklı işte çalışmış, hayatından pek çok kadın geçmiştir. Kadınlara düpedüz acımaktadır aslında. Onların kırılganlığına, fiziksel güçsüzlüğüne, ağlamalarına, hatta yalanlarına bile içi acımaktadır. Onları mutlu edebilmek için kendince elinden geleni yapmaktadır. Hatta kendi sözlerine kulak verirsek;


“İnce camdan bir vazodur kadın. Büyük dikkat ister, patron.”


Nikos Kazancakis’in bu romanında dili sade, anlaşılabilir ve sürükleyicidir. Betimlemeleriyle Zorba’yla birlikte ülke ülke gezecek, hayat hakkındaki çıkarımlarını okuyup sendeleyecek, kim bilir belki de hem kadınlara hem de hayata daha farklı, daha canlı bakmayı başarabilecek türden bir insan olacaksınız.


Filmi de vardı sanki dediğinizi tahmin ediyorum. Evet, 1964 yapımı “Zorba, the Greek” adında bir filmi var. 1965’te 7 dalda Oscar’a aday gösterilip 3’ünü almıştır. Zorba’yı Anthony Quinn canlandırmaktadır. Duyduğuma göre hoş bir filmmiş. Zorba olarak afişteki Anthony Quinn’den daha yaşlı daha zayıf birisini canlandırmıştım gözümde ben ama. Sanırım ister istemez daha çok kendi dedeme benzeyen birisi belirmiş kafamda.


Son olarak, bu yazıya biraz kum, biraz güneş, biraz da Ouzo serpiştirebilmek amacıyla konuya uygun Zorba müziğimi de ekliyorum.