saturation

Uzanmış yatıyorum. Keyiften değil, daha çok çaresizlikten. Ölüm fermanın altına atılan imza ile uygulamaya geçirilmesinin arasındaki bir zaman dilimindeyim. Henüz o kadar kötü değil.

Kapı açılıyor ve tam olarak beklediğim şey gerçekleşiyor. Bağırış, çağırış, hakaret… Hiçbirine cevap vermiyorum, umursamadan yatıyormuş gibi yapıyorum ama aslında kalbim saatte 200 km hızla çarpıyor ve ne bir fren var ne de bir bariyer. Kapıyı çarpıp odadan dışarı çıktığı bir anı fırsat bilip üzerimi giyiniyorum. Çantama telefonumu sokup, koluma asıyorum ve elime çoraplarımı aldığım gibi kapıya yöneliyorum. Tam o sırada tekrar içeri giriyor. Tekrar bağırıyor. Tamam diyorum, en tatlı ses tonumla. Dışarı çıkayım biraz sakinleş geri geleceğim. Defol diye bağırıyor arkamdan. Elim ayağım titriyor, bütün kan beynime toplanıyor. Dudaklarım bembeyaz, ne yaptığımı bilemez halde ayakkabılarımı elime alıp apartman boşluğuna çıkıyorum. Bir elimde ayakkabılarım, diğer elimde çoraplarım, karanlık apartman boşluğunda gözyaşlarıma engel olamadan ilerliyorum. Titreyerek yalınayak bir kat aşağıya inip, merdivene oturuyorum. Hem burnumu çekiyor hem de ayaklarıma çoraplarımı geçirip ayakkabılarımı bağlıyorum. Apartmandan kimseyle karşılaşmadan şiş gözlerimle sokağa fırlıyorum. Sokağı geçerken yukarıdan görülmemek için apartmana yakın yürümeye çalışıyorum. Neyse ki esen rüzgâr az da olsa rahatlatıyor. Saat 4’ü geçiyor. Saçım başım dağınık, gözlerim şiş ve beş parasız dolanıyorum sokaklarda. Nehrin kenarına gidiyorum özellikle, gelen geçen, akan su. İyi şeyler işte. Herkes gibi güzel şeyler görmeye ihtiyacım var. Aklımda tek bir soru var, şimdi ne yapacağım. Cüzdanımı çıkarıyorum, yalnızca 3 liram var. 3 tane bir lira. Elimde paralarla oynayarak, sokaklarda birbirine dolanan ayaklarım izin verdiği sürece dolaşmaya devam ediyorum. Tamam diyorum buldum, beni sakinleştiren, sevdiğim bir yere gitmeliyim. Aklıma iki seçenek geliyor; kütüphane ve bar. Aklıma ilk gelen bar pazarları kapalı oluyor. Kütüphane zaten kapalı, üniversitenin kütüphanesi ise 5’te kapanıyor. Kalabalık bir bara gitmek istemiyorum, kalabalık ve karanlık şu anda en son istediğim şey. Yolda peçete satan bir teyze Allah sevdiğine bağışlasın diyor, hiç düşünmeden elimde oynayıp durduğum birliklerden birini ona veriyorum. Artık yalnızca 2 liram var. Neyse ki bankamatik kartım var diyorum, hiç değilse biraz param var. Durmuş beynimle insanların suratlarına bakarak, aptalca şeyler ve bağırarak bana edilmiş hakaretleri düşünerek dolaşmaya devam ediyorum. Pazarları kapalı olduğundan emin olduğum bara doğru ilerliyorum, her ihtimale karşın yine de bir kontrol etmek istiyorum. Derken terası olan başka bir bar ilişiyor gözüme. Güzel diyorum, tam olarak aradığım şey böyle bir şey. Önce bir tuvalet buluyorum kendime, sonra manzaralı olmasa da bir koltuk. Ardından bir bira söyleyip, Görkemli Kaybedenler’e kaldığım yerden devam ediyorum. Soğuk bira, kapalı serin hava, esen rüzgâr, kahverengi masalar az sesli küçük kalabalık ve Leonard Cohen. Sanırım daha iyi olamazdı diyorum içimden. Geçmiş bir yılı düşünüyorum, tüm yaşadıklarımı. Tüm şu kendini bilmez insanlar ve işsizlik günleri. Her şey uzakta kaldı diyorum, çok uzakta. Terasın kenarındaki masa boşalınca mekânın boşluğundan faydalanıp 4 kişilik masaya yayılıyorum. Karşımda 7-8 kişilik bir grup erkek var, kaskları falan da var. Sanırım motor sporlarıyla ilgili bir şey diyorum kendi kendime. Kitabıma dönüyorum. Saat 6’yı geçerken bir bira daha istiyorum. Aç karnına içtiğim biralardan dolayı kendimi biraz daha iyi hissediyorum. İyi seçim diyorum kendime, hamburger yemeye gitsem yalnızca karnım doyardı. Karşımdaki kalabalık hep birlikte kalkıyor, iyi diyorum. Bu durumda koca terasta yalnızca ben ve 3-4 kişilik bir masa daha kalıyor. Kitabıma geri dönerken elinde kaskıyla bir adam yanıma yaklaşıyor. Merhaba diyor adım Saadettin, sanırım bir derdiniz var. Gülüyorum, çünkü komik. Gülüyorum, çünkü bu güzel bir şey. Gülüyorum çünkü bu halde bile iyi görünüyorum demek ki. Önemli bir şey değil diyorum, gülümsüyorum. Gülümsememe engel olamıyorum sanırım, sonuçta bira içmeyeli aylar oluyor, üstelik açım ve berbat bir gün geçiriyorum. Bir şeyler anlatıyor, motor sporları ıvır zıvır. Her dediğine peki evet diyor, başımı sallıyorum. Size kulübümüzün stickerını vereyim diyor, iyi diyorum. Elleri titriyor, uzatırken. Elimde değil, yine gülümsüyorum. Telefon numaramı vereyim diyor, gerek yok diyorum. Olmaz ama siteye üye olacaksınız ya, gerekiyor diyor. Bir bağlantı kuramıyorum ama site işine de kafa salladığımı hatırlar gibi oluyorum. Numarasını söylüyor, telefonumu elime alıp yazıyor gibi yapıyorum. Sesi titriyor, Sefa Akgül diye yazarsanız diyor. Tamam diyorum. Titreyen eldivenli elleriyle elimi sıkıp uzaklaşıyor. Stickerı kitabımın arasına koyup okumaya devam ediyorum. Arada dışarı bakıyorum, ikinci bira biraz daha iyi geliyor. Yalnızım, mutsuzum ama yine de iyiyim. Depresif bir gerizekalı olduğumu sanıyorsunuz ama değilim, eve tıkılmadığım sürece kendimi düzeltebiliyorum. İster inanın ister inanmayın. Kendimi bir daldan diğerine zıplayan düşüncelerimle motive etmeye devam ederken televizyonda en sevdiğim komedi dizisinin oynadığını görüyorum. Daha iyisi olamaz demiştim ya, olabiliyormuş demek ki diyor, hemen biramı kitabımı alıp televizyona karşı bir masaya geçiyorum. Sesi kapalı televizyonun ama sonuçta altyazılar var. Ortasında geldiğim için pek bir şey anlamıyorum ama yine de ilgiyle izliyorum. Derken kasklı dostumuz Sarp, kapıdan içeri giriyor. Ben geldim diyor, seni burada bırakamadım. Tam da televizyonun önüne oturuyor. İçimden ben dizi izliyordum diye geçiriyorum ama dışarıya yansıtabildiğim sadece sahte bir gülümseme oluyor. Oradan buradan titreyen sesiyle anlatmaya koyuluyor. Kafasının yanından görebildiğim şekilde diziyi izliyorum ve biramı yudumluyorum. Bir ara çok titizim falan dediğini duyar gibi oluyorum. Sanırım eve hizmetçi arıyor diye geçiriyorum aklımdan. Çok aptalım, en başından yollamalıydım. Ama karşında konuşurken elleri titreyen bir adama nasıl git denir ki, bilmiyorum. Aile yanında okumak en iyisi falan diyor. Bu şekilde konuşarak beni manipule ettiğini sanıyor galiba. Sanki bir anda, “ aman tanrım evet ev hanımı olmalıyım, hemen şimdi okumayı ve alkolü bırakmalıyım” diyeceğimi mi sanıyor acaba. Yine de kızmıyorum ben, sadece dinliyorum. Kitap okumayı çok seviyorsun herhalde diyor, evet diyorum. Bu konuda benzeşmiyoruz diyor. Bunu marifet olarak mı görüyor, bana mı öyle geliyor. Tamam diyorum, buradan kaçmanın zamanı geldi. Bak diyorum Sinan, benim gitmem gerek, tanıştığıma memnun oldum. Peki diyor, beraber kalkıyoruz. Tuvalete ikinci ziyaretimi gerçekleştirdikten sonra kasaya doğru yöneliyorum. Ödedim diyor. Kahretsin diyorum içimden, ne kadar aptalım. Kartla ödeme yapacağım için zorlayamıyorum bile, sadece teşekkür edebiliyorum. Hoşlanmadığım bir adam, ödenmiş bir hesap, acayip bir motosikletle baş başa kalıyorum. Eve motorla bırakmak konusunda ısrar ediyor. Hayır diyorum, bu kez yanıtım kesin bir hayır. Telefon numaramı almak için dil döküyor, dakikalarca. Aptalım işte, tekrar edeyim kendi kendime de unutmayayım. Sonunda msnimi almayı başarıyor Serkan. Batan güneş eşliğinde eve koyuluyorum.

Korkarak evin içine adımımı atıyorum. Tam olarak korkmak da değil, sonuçta evden çıkışımı saymazsak fena bir gün geçirmedim. Uzun zamandır hak ettiğim bir gündü hatta. 2 bira, teras, yağmur ve iyi bir kitap. Akşam Onur’a anlatıyorum her şeyi. Beni suçluyor, biraz da dalga geçiyor. Eh adam haklı. Her neyse diyorum, o kadar da kötü değildi. Yorgun ve uykulu oraya buraya tıklamaya devam ediyorum. Derken msne eklenmemle irkiliyorum. Aman Tanrım, mail adresinde “liselim” mi yazıyor yoksa bana mı öyle geliyor. Bravo diyorum kendime, gerçekten bravo. Kabul ediyorum yine de. Elleri titreyerek beni msne ekleyen birisini nasıl reddedebilirim ki. Görüşelim tekrar diye tutturuyor, abuk sabuk bir şeyler söylüyor. Sürekli titreşim ve o garip msn suratları. Çok farklıyız, boş ver diyorum. Örnek ver diyor. Ne örneği be adam diye bağırıyor içimden bir ses. Onur var neyse ki sakinleştiriyor beni. Hoşça kal diyip engelleyip siliyorum Sami’yi.

Şimdi nerede bir motosiklet görsem irkiliyorum, yakınlarında bir yerden Sedat karşıma çıkacakmış gibi geliyor.

kırk dört

Ve sonra eski dostum migren geldi kapıdan.

Nerelerdeydin dedim.

Seni izliyordum dedi.

Başucuma oturdu ve saçlarımı okşadı.

Bunu neden yapıyorsun dedim. Cevap vermedi, usulca gözümü çıkartıp yerine yumruğunu oturttu ve öylece kaldı.

Ne zaman saate göz atsam 23:48’ti ve her gün günlerden perşembe.