the pen story



ve yine bir stop motion...

(müzik için)

this strange effect

Dışarıda yağmur yağıyor ve evde sular akmıyor. Sokaklar ıslak, balkon ıslak ama ben yüzümü yıkayacak iki avuç su bulamıyorum. İnsanlar medeniyet dediğimiz şeyi icat ederken bir yerde bir hata yapmış olmalı. Kendimizi betondan kulelere hapsederken, toprağın altından çıkanı toprağın üstüne halı gibi sererken, birbirimize zulmederken… Bir yerlerde kesinlikle bir yanlışlık olmalı.

the love of richard nixon

Uyandım ama bir süre yataktan kalkamadım. Düşüncelerle baş başa kaldığım, bomboş bir zihnin en sevdiğim saatleridir sabah yatakta keyif yaptığım saatler. Aptal bir pazar günüydü ve güneş her zamankinden daha yakıcı olacağa benziyordu. Zaten şu sıralar her şey oldukça yakıcıydı; petrol fiyatları, elektrik, su ve son zamanlarda cehennemin de daha sıcak olduğuna dair bazı duyumlar alıyorduk. Ya kafamın içindeki cehennem ne olacaktı, yanıcı madde olarak alkolü kullanan, dumanını da ağzımdan burnumdan sigara dumanı olarak veren şu cehennem. Her neyse dedim, onun icabına başka zaman bakarım. Kalktım, pijamalarımla ayaklarımı sürüye sürüye mutfağa doğru yürümeye başladım ve her zamanki gibi mindere takıldım. Ağzının üstüne kapaklanmaktan son anda kurtulan her insan gibi sinirlendim ben de ve mindere daha önce attığım tekmeleri aratmayacak bir tekme savurdum. Kalorifere yapışıp, yere düştü. Döndüm ve mutfağa doğru rotamda devam ettim. Mutfağın penceresini açmaya kalktım ve o anda tırnağımı kırıp ufak bir çığlık attım. Acıyla olduğum yerde zıplarken çıplak ayağımı sandalyeye çarptım ve iki büklüm zırlamaya başladım. Biraz sakinleşince kendime dolaptan bir bardak ice tea koydum ve yatak odama doğru yola koyuldum. En iyisi bugün yataktan çıkmamak dedim kendi kendime. Belki film izlerim ya da e2 diye düşünürken küçük oturma odamda kanepede oturan birisini gördüm. O esnada kapının önünden çoktan geçmiştim ve geri geri yürüyerek ona baktım. Hayret içinde ağzımdan şu cümle çıktı; sen ne zaman geldin?

Rengin bembeyaz olmuş. Dün gece geldim ya dedi.

Gerçekten mi dedim. Kapıyı ben mi açtım?

Evet, açtın ve geri dönüp yattın. Hatırlamıyor musun?

Hayır dedim. Gerçekten de hatırlamıyordum. Ona geceleri artık yatmadan önce 1-2 tekila shotladığımı söyledim.

Aferin, salak dedi. Ya ben değil de başkası olsaydı?

Haklısın dedim.

Bunları konuşurken karşısındaki kanepeye çoktan oturmuş, bağdaş kurmuştum.

Dün gece o kadar aradım neden gelmedin dedi. Beraber içerdik tekilaları.

Canım istemedi dedim. Sanırım yeni bir döneme giriyorum kendi içimde. Yazmak için çok verimliyim şu sıralar. Baksana seni bile getirdim buraya.

Demek artık hayatının nasıl olmasını istiyorsan, neleri elde edemiyorsan onları yazacaksın dedi.

Evet dedim. İçeceğimden bir yudum aldım. Gözlerimi yere diktim. Aptalca bir şey söyleyip, planlarımı altüst etmesinden korkuyordum. Ben geçmişi değil, geleceği yazmak konusunda daha başarılıydım üstelik. Bunu ona da söyledim acilen.

Ağzını şapırdattı her sabah yaptığı gibi. Bu acıktığının işaretiydi.

Yani ben gerçekte bu şehirde yaşamıyorum öyle mi dedi.

Hayır dedim. Sen aslında İstanbul’da yaşıyorsun. Yaklaşık bir senedir görüşmüyoruz. Yüksek lisans yapıyorsun orada.

Oo, iyiymiş dedi. Neden peki, neden görüşmüyoruz?

Bilmiyorum dedim. Bir gün akşam internette baktım beni silmiştin, ben de seni sildim ve bitti işte dostluğumuz.

Bu kadar kolay yani dedi. Ne aptalız.

Evet dedim. Ben hep sonsuza dek dost oluruz sanmıştım. Seni çok seviyordum. Sesim titremeye başlamıştı artık.

Ben de seni çok seviyorum, keşke gerçekte böyle bir salaklık yapmasaydık.

Kalktım. Seni çok özledim dedim, sarıldım.

Biliyor musun, bunları yazarken aslında ağlıyorum, sen aslında İstanbul’dasın ve hiçbirinden haberin yok dedim.

Tamam, dedi. Üzülme geçecek. Güldü, hişşş oğlum ağlama dedi.

Ben de güldüm. Seni o kadar çok özledim ki dedim. Suratım tam bir aptal gibi görünüyordu. Kıpkırmızı, ağlamakla gülmek arasında.

Peki burada, Ankara’da ne işin var dedi.

Yüksek lisans dedim. Kazandım sonunda.

Gerçekten mi dedi. Buna çok sevindim.

Ben de dedim. Kalktım yerime oturdum yeniden. Bir sigara aldım pencerenin önündeki paketten. Gözüme pencerenin önünde iğrenç bir şey çarptı. Mutant kaktüsümü de getirmişim Eskişehir’den buraya, ne çirkin şey.

Sigaraya mı başladın dedi. At bana da bir tane oradan.

Ona da uzattım. Evet dedim. Her yerde yasaklandığına göre artık içebilirim.

Güldü.

Sana kahvaltı hazırlayacağım dedim. Sosis de var. Sever misin?

Ooo dedi, ben de bilgisayardan müzik açayım o sırada. Sende benim son hazırladığım set var mı dedi.

Yok dedim. Bir senedir görüşmüyoruz ya. İnternetten indir de dinleyelim. Tamam, hemen indireyim o zaman dedi.

Ben de ağzımda sigara sosisleri doğramaya başladım.

neon kentler

Kumandayı aldım televizyonu kapattım. Biramın sonunu kafama diktim ve ayağa kalktım. Gidip sertçe elinden yakaladım, tek kelime etmeden çekerek yatak odasına götürürken diğer elimle de ışığı söndürdüm. Onu karanlıkta usulca çevirdim ve omuzlarından iterek yatağa oturttum, sonra da kucağına oturdum, yüzüm ona dönük. Saçıyla oynamaya başladım, her istediğim zaman bunu yapabilecek olmanın huzuru içinde. Ne tam kıvırcıktı saçları ne de dalgalı, ikisinin arasında garip iri dalgaları vardı. Onlarla oynadım, tek tek. Usul usul her kıvrımını olması gerektiği şekle getirip bıraktım. O hiç sesini çıkarmıyordu, benim saçma sapan ani çıkışlarıma, ruhumun belirsiz devinimlerine alışmıştı artık. Gregor Samsa’nın devinimi diye mırıldandım kendi kendime, neredeyse sessiz ama o duydu. Demek ki tüm dikkatini bana vermişti, kafasını kaldırıp yüzünü bana çevirdi. Kim bilir neler düşünüyorsun dedi. Pek çok şey dedim, pek çok şey.

Ne kadar güzel gözleri vardı. Bunu ona her bakışımda aklımdan geçiriyordum sanırım. Taze ve çocuksu bakışları vardı, kıvrılan uzun kirpikleri ve sonuna doğru ufak bir kavis yapıp birleşen göz kapakları. Çok seviyordum, her şeyiyle tamamen. Şimdi onun yerinde bir başkası olsaydı konuşur, dikkatimi, düşüncelerimi aptal sözcükleriyle darmadağın ederdi. Ama o dert etmezdi, konuşarak düşüncelerimi yönlendirmeyi aklından geçirmezdi ya da bir sonraki hamlem için acele etmezdi. Karanlıkta sessizce bekler, kafamın içinde şu sıralar fazla mesai yapan saatin tiktaklarını dinlerdi.

Saçlarıyla ilgili ritüelimi tamamladıktan sonra gözlerinin içine baktım ve konuşmaya başladım. Ağzımdan birer birer dökülen kelimelerin usulca yatağa, odaya, yere dağılışını seyrettim bir süre. Kelimelerle ilgili bir sorunum var, belki de bir çeşit saplantı. Harfleri, sözleri istemim dışında görselleştiriyorum, hatta belki bazen kişileştiriyorum. Çocukken de böyleydi bu, aynı kelimeyi defalarca söylerdim ta ki kendisine atfedilen tüm anlamlardan bağımsız kalıp kendi çıplak kilden bünyesine dönene dek. Sonra onunla oynardım, yeniden şekil verir yeniden severdim. Kelimelerle aramda hep anlamsız bir bağ oldu bu yüzden. İşte yine sırf bu yüzden ağzımdan dökülen kelimeleri görebiliyordum, dizili halde ağzımdan çıkan sonra saçılıp dökülen mavi cümleler, kelimeler. Konuşurken ona bakmıyordum, kelimelere bakıyordum hayretle. Karanlık odaya pencereden vuran beyaz ay ışığı ve etrafa saçılmış harflerin parlak mavi ışıkları. O gece ona tam olarak neler söyledim, pek hatırlamıyorum. Aradan zaman geçtikten sonra kendime geldim ve konuşmaya bu kez ne dediğimi bilerek devam ettim. Çok iyi hatırlıyorum, bu zihnimin tamamen açıldığını hissettiğim büyülü anın ortasında ona dönüp şöyle dedim.

“Sana neondan mavi kentler inşa edebilirim ya da patikalar; dağlardan küçük ırmaklarla köylere açılan. Peçesiz kadınlar, pencereler ve hatta tüm yaşadıklarını yeniden canlandırabilirim. Seni yeni baştan yaratabilirim, parlak, mavi ama bir o kadar da inanılmaz. Yeter ki bana inan.”

Sonra durdum, söylediklerimi ikimizin de sindirebilmesi için zaman gerekiyordu. Zaman, peh… onun yardımı olmadan birbirimizi anlayamıyor, bir bardak kahve içemiyor, çıktığımız balkon demirlerinden aşağıya atlayamıyorduk. Hem ilerlemesinden hem de durmasından korkuyorduk. Aslında ben zamana inanmıyordum, zaman da bana inanmıyordu. Ben yalnızca kızarmış patatese, uzaylıların gerçekten var olduğuna, zaman makinesine ve insanlara inanıyordum. İnsanlara yalnızca inanmakla kalmıyor aynı zamanda onları içimden gelen kaynağı belirsiz bir sevgiyle seviyordum. Sartre’ın biz hümanistlerden nefret ettiği kadar varız dedim kendi kendime. Başıma bunun yüzünden neler gelmişti ve ben hala utanmadan insanları sevdiğimi söylüyordum. Bu neredeyse saflık…

Ben ay ışığı altında dallanıp budaklanan düşüncelerime dalmış, neredeyse umutsuzluğa kapılmışken saçlarımı avuçlarının içine aldı ve şöyle dedi.

“O güzel kafanın içinden neler geçiyor tam anlayamıyorum ama bil ki yalnızca sana inanıyorum. Ne tanrıya ne evrime ne de uzaylılara. Bunu söylerken gülümsemişti, çukurlaşan yanakları ve kırışan alnıyla. Yalnızca sen… tamam mı?

Hey dedim, ama uzaylılar gerçekten var.

Tatlı tatlı gülümsedi. Sonra onu öpücüklere boğdum ve yine omuzlarından iterek devirdim. Ona kendimi hiç bu kadar yakın hissetmemiştim, aynı anda hem yakın hem de uzak. Yuvarlak bir dünyada mesafe ne taraftan baktığınıza bağlı olarak değişir.

Bir bakarsınız aslında en yakınınızdaki size en uzak olan kişidir.

Yakın

Uzak

Yakın