iz


Özgür Rüya ile bir ortak çalışmaya daha imza atmış bulunmaktayız. Şu sıralar çok yoğun olduğu için kendisine süpriz yapıp yayınlıyorum.



Sadece sesini duymak için aramıştı onu. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli, uzun zaman olmuştu dalgalı denizin durulmasından bu yana. Denizi dalgalandırmak değildi amacı, sadece sesini duymaktı. Havadan sudan, şuradan buradan veya herhangi bir başka bir konu hakkında konuşmak istiyordu. Telefon konuşması bittiğinde kendisini mutlu hissetti. Onun sesini duymuştu ve denizi dalgalandırmadan bitivermişti konuşma. İki yabancı gibi desen değil, iki iyi arkadaş gibi desen değil, iki sevgili gibi desen değil; birbiri hakkında çok şey bilen iki insanın telefon konuşmasıydı.

Dışarı çıktığında onun olmadığı bir şehirde onu nasıl da gerçek biri gibi yaşattığının farkına vardı. Sokaklar, yollar, parklar ve daha bir sürü şeyde onun da olduğu bir iz vardı. Ya onunla kurulan bir hayalin başı geçmişti bu sokaklarda ya da ona kavuşmanın yakın olduğu heyecanlı anlar. Bir ara kendisini gördü sokakta. Onu hayal ederken yerden bir karış havada yürür bir şekilde ve şimdikinden üç-dört yaş küçük halde. Tebessüm etti kendisine. O zamanki kendisinin yerinde olmak ister miydi? Evet. Kendi hayaline sarılacağını bilse gider kendisine sarılırdı. Derin bir nefes çekip sıkıştığını hissettiği ciğerlerini rahatlatmaya çalıştı. Başını öne eğip yürümeye devam etti. Anılar kurdukları pusudan ateş etmeye çoktan başlamış, benliği ağır yaralanmıştı. Saldırıların ardı arkası kesilmiyor, gözünün önünden kahverengi uzun saçları, koyu yeşil gözleri gitmiyordu. Beni bırakma diyişi, ağlayarak babasından bahsedişi, açık denizler kadar geniş kalbi… Zayıf değildi asla, aksine kendisi pek inanmasa da karşısındakine ne kadar güçlü olduğunu hissettirirdi. Onu gördüğünüzde bilirsiniz, nerden olduğu önemli değil. Sadece bilirsiniz ki eninde sonunda sizi bir şekilde üzecek. Onu hep beklemek zorunda kalmıştı. Yemeğini bitirmesini, ağlamasını, gittiği şehirlerden dönmesini, karar vermesini beklemekle geçmişti neredeyse bir senesi. Şimdi her şey öyle uzakta kalıyordu ki, kilometrelerce uzakta.

Daldığı hayaller denizinden kafasını çıkarıp kendine geldi. Yaklaşık son on dakikadır vitrinde aynı saate odaklanıp bakmış olduğunu fark etti bir anda. Fark eden kimse var mı diye etrafa bakındıktan sonra tekrar yola koyuldu. Markete vardığında ne almak için evden çıktığını hatırlaması pek de kolay olmadı. Ufak bir tur attıktan sonra dolaptan reçel, peynir gibi kahvaltılıklarla bir de ekmek alıp kendini hızla dışarı attı. Ağır ağır tekrar evin yolunu tuttu. Onunla yaptıkları alışverişler tekrar aklına gelince bu kez sinirlendi. Uzak bir şehirde o umursamadan her şeyi unutmuş, kendine yeni bir hayat kurmuş yaşarken hala onu düşünüyor olmasını kendine, gururuna yediremedi. Zaten apartman kapısına varmıştı. Boşta bulunup zili çaldı. Evde onu bekleyen kimse olmadığı beynine bir yumruk gibi inerken poşetteki yumurtalara aldırmadan sinirle anahtarını bulmaya çalışıyordu. Eve geldiğinde mutsuz bir adamdı artık, mutsuz ve yalnız. Ceplerini boşaltırken cep telefonunu çıkarıp portmantoya koyduğunda kapalı olduğunu fark etti. Arandığı sırada şarjının bitip telefonunun kapandığını, tüm gururuna rağmen arayan kişinin o olduğunu ve şu anda hıçkırıklarına aldırmadan ağlamaya devam ettiğini nerden bilebilirdi ki.

~resim: wassily kandinsky - autumn in bavaria (1908)

5 personal jesus:

ozgurruya dedi ki...

Seninle birlikte ikinci kez ortak birşeyler yazmak çok güzeldi Handecim. Sevgilerimle...

nebraska alice jones dedi ki...

bakalım 855.de de böyle diyebilecek misin?

ozgurruya dedi ki...

Hele 855.yi görelim de o zaman düşünürüz.

iTRoN dedi ki...

korkunç, anılar korkunç!!! nasıl yazdınız bunu, efkarlı bi anka kalp krizine neden olur... (tabi bu güzel yazı demek) Anılara daldım gitim. 2 kez okudum... ah anılar ah!

nebraska alice jones dedi ki...

o zaman coşkun sabah'tan itron için geliyor;
anılaar anılaar şimdi gözümde canlandılar...:)