athens
i don't have a clue
Elimdeki büyük kupadan bir yudum daha aldım. İçinde limonlu yeşil çay vardı.
Bütün gün yataktan çıkmadım dedim. Kahvaltı etmedim, öğle yemeği yemedim. Sadece birkaç kere işemek için yataktan çıktım ve ayağa kalktım. Sandalyemin üzerine koyup yatağa bitiştirdiğim laptopumdan ki bu işi dün gece film izlemeye başlamadan önce yapmıştım, bütün gün dizi, film, müzik indirdim. 9 sezon Seinfeld, Röyksopp ve nicesi. Saçımı taramadım yatağımı toplamadım ve pijamalarım da hala üzerimde gördüğün üzere. Sustum. Başımda incecik bir ağrı dalgalanıyordu. Biraz durup tereddüt ettim ama söylemeden olmazdı. Ayrıca dişlerimi de fırçalamadım, bunu söylerken dudaklarımı iyice açmış sararmış olduğunu tahmin ettiğim dişlerimi gösteriyordum. Bütün gün sadece bisküvi yedim ve çay içtim. Bunu da yatağa çok yakın duran masanın üzerindeki kettle’a uzanarak yaptım. Bu koku dedim, biraz nefes çektim içime, bu bira kokusu dolaptan geliyor. Boş şişelerin ki birkaçı devrilmiş olmalıydı, kokusu ince bir ırmak halinde kapağın köşelerinden sızıyordu. Kötü koktuğumu ve her şeyin boş olduğunu düşündüm. Sanırım bir çeşit depresyon geçiriyorum dedim. İlgilenilmeye ihtiyacım var ve biraz kişisel bakıma. Bakım demişken kaşlarımın ortası da birleşiyor olmalıydı. Bıyıklarımsa ayrı bir tartışma konusu olmayı hak edecek kadar uzamış olmalı dedim. Aynam nerede acaba. Arada sırada göz ucuyla baktığım banyo aynasından başka bir ayna görmemiştim bir süredir. Zavallıcık sessizce beni dinliyordu, dehşete düşmüş olmalıydı. Etrafta saçılmış haplar, saçlar, ojeler ve çok stratejik bir yerde tırnak makası vardı. Defol git demek istedim ona birden ama onun yerine müzik açmaya karar verdim, korkup kaçmasını engellemek istiyordum. Keşke ben de kaçabilsem diye düşündüm. Ben müzik ararken etrafımızı saran sessizlik gerginliğe dönüşüyordu. Neyse ki Frank Sinatra “I’ve got you under my skin” dedi ve ikimiz de rahatladık. Her yudumumdan sonra yere bıraktığım bardağımı uzanıp elime aldım ve ayağa kalktım. Frankciğim o tatlı sesiyle mırıldanıyordu, ritme uydum. Sallanmaya başladım hafif kırdığım dizlerimin üzerinde. İleri geri yaylanmakta ve garip dans benzeri hareketler yapmakta olduğumu fark edince ikimiz de gülmeye başladık. Yerlerdeki saçlar ayaklarıma dolanıyordu ve bira kokusu hafiften genzimi yakıyordu. Zaman akmayan cinstendi ve dünyanın en hoş kokulu adamı kaçık ve pis bir kızla küçücük bir odada yapayalnız kalmıştı. Her şeye rağmen halinden memnuna benziyordu sanki ya da bana öyle geliyordu bilmiyorum.
Aklımda yaşlanmakta olduğum, üstüne basmakta olduğum ekmek kırıntıları ve bu sakin adamı yatağa atma planları vardı ama önce dans dedim kendime. Önce biraz daha dans.
saturation
Uzanmış yatıyorum. Keyiften değil, daha çok çaresizlikten. Ölüm fermanın altına atılan imza ile uygulamaya geçirilmesinin arasındaki bir zaman dilimindeyim. Henüz o kadar kötü değil.
Kapı açılıyor ve tam olarak beklediğim şey gerçekleşiyor. Bağırış, çağırış, hakaret… Hiçbirine cevap vermiyorum, umursamadan yatıyormuş gibi yapıyorum ama aslında kalbim saatte 200 km hızla çarpıyor ve ne bir fren var ne de bir bariyer. Kapıyı çarpıp odadan dışarı çıktığı bir anı fırsat bilip üzerimi giyiniyorum. Çantama telefonumu sokup, koluma asıyorum ve elime çoraplarımı aldığım gibi kapıya yöneliyorum. Tam o sırada tekrar içeri giriyor. Tekrar bağırıyor. Tamam diyorum, en tatlı ses tonumla. Dışarı çıkayım biraz sakinleş geri geleceğim. Defol diye bağırıyor arkamdan. Elim ayağım titriyor, bütün kan beynime toplanıyor. Dudaklarım bembeyaz, ne yaptığımı bilemez halde ayakkabılarımı elime alıp apartman boşluğuna çıkıyorum. Bir elimde ayakkabılarım, diğer elimde çoraplarım, karanlık apartman boşluğunda gözyaşlarıma engel olamadan ilerliyorum. Titreyerek yalınayak bir kat aşağıya inip, merdivene oturuyorum. Hem burnumu çekiyor hem de ayaklarıma çoraplarımı geçirip ayakkabılarımı bağlıyorum. Apartmandan kimseyle karşılaşmadan şiş gözlerimle sokağa fırlıyorum. Sokağı geçerken yukarıdan görülmemek için apartmana yakın yürümeye çalışıyorum. Neyse ki esen rüzgâr az da olsa rahatlatıyor. Saat 4’ü geçiyor. Saçım başım dağınık, gözlerim şiş ve beş parasız dolanıyorum sokaklarda. Nehrin kenarına gidiyorum özellikle, gelen geçen, akan su. İyi şeyler işte. Herkes gibi güzel şeyler görmeye ihtiyacım var. Aklımda tek bir soru var, şimdi ne yapacağım. Cüzdanımı çıkarıyorum, yalnızca 3 liram var. 3 tane bir lira. Elimde paralarla oynayarak, sokaklarda birbirine dolanan ayaklarım izin verdiği sürece dolaşmaya devam ediyorum. Tamam diyorum buldum, beni sakinleştiren, sevdiğim bir yere gitmeliyim. Aklıma iki seçenek geliyor; kütüphane ve bar. Aklıma ilk gelen bar pazarları kapalı oluyor. Kütüphane zaten kapalı, üniversitenin kütüphanesi ise 5’te kapanıyor. Kalabalık bir bara gitmek istemiyorum, kalabalık ve karanlık şu anda en son istediğim şey. Yolda peçete satan bir teyze Allah sevdiğine bağışlasın diyor, hiç düşünmeden elimde oynayıp durduğum birliklerden birini ona veriyorum. Artık yalnızca 2 liram var. Neyse ki bankamatik kartım var diyorum, hiç değilse biraz param var. Durmuş beynimle insanların suratlarına bakarak, aptalca şeyler ve bağırarak bana edilmiş hakaretleri düşünerek dolaşmaya devam ediyorum. Pazarları kapalı olduğundan emin olduğum bara doğru ilerliyorum, her ihtimale karşın yine de bir kontrol etmek istiyorum. Derken terası olan başka bir bar ilişiyor gözüme. Güzel diyorum, tam olarak aradığım şey böyle bir şey. Önce bir tuvalet buluyorum kendime, sonra manzaralı olmasa da bir koltuk. Ardından bir bira söyleyip, Görkemli Kaybedenler’e kaldığım yerden devam ediyorum. Soğuk bira, kapalı serin hava, esen rüzgâr, kahverengi masalar az sesli küçük kalabalık ve Leonard Cohen. Sanırım daha iyi olamazdı diyorum içimden. Geçmiş bir yılı düşünüyorum, tüm yaşadıklarımı. Tüm şu kendini bilmez insanlar ve işsizlik günleri. Her şey uzakta kaldı diyorum, çok uzakta. Terasın kenarındaki masa boşalınca mekânın boşluğundan faydalanıp 4 kişilik masaya yayılıyorum. Karşımda 7-8 kişilik bir grup erkek var, kaskları falan da var. Sanırım motor sporlarıyla ilgili bir şey diyorum kendi kendime. Kitabıma dönüyorum. Saat 6’yı geçerken bir bira daha istiyorum. Aç karnına içtiğim biralardan dolayı kendimi biraz daha iyi hissediyorum. İyi seçim diyorum kendime, hamburger yemeye gitsem yalnızca karnım doyardı. Karşımdaki kalabalık hep birlikte kalkıyor, iyi diyorum. Bu durumda koca terasta yalnızca ben ve 3-4 kişilik bir masa daha kalıyor. Kitabıma geri dönerken elinde kaskıyla bir adam yanıma yaklaşıyor. Merhaba diyor adım Saadettin, sanırım bir derdiniz var. Gülüyorum, çünkü komik. Gülüyorum, çünkü bu güzel bir şey. Gülüyorum çünkü bu halde bile iyi görünüyorum demek ki. Önemli bir şey değil diyorum, gülümsüyorum. Gülümsememe engel olamıyorum sanırım, sonuçta bira içmeyeli aylar oluyor, üstelik açım ve berbat bir gün geçiriyorum. Bir şeyler anlatıyor, motor sporları ıvır zıvır. Her dediğine peki evet diyor, başımı sallıyorum. Size kulübümüzün stickerını vereyim diyor, iyi diyorum. Elleri titriyor, uzatırken. Elimde değil, yine gülümsüyorum. Telefon numaramı vereyim diyor, gerek yok diyorum. Olmaz ama siteye üye olacaksınız ya, gerekiyor diyor. Bir bağlantı kuramıyorum ama site işine de kafa salladığımı hatırlar gibi oluyorum. Numarasını söylüyor, telefonumu elime alıp yazıyor gibi yapıyorum. Sesi titriyor, Sefa Akgül diye yazarsanız diyor. Tamam diyorum. Titreyen eldivenli elleriyle elimi sıkıp uzaklaşıyor. Stickerı kitabımın arasına koyup okumaya devam ediyorum. Arada dışarı bakıyorum, ikinci bira biraz daha iyi geliyor. Yalnızım, mutsuzum ama yine de iyiyim. Depresif bir gerizekalı olduğumu sanıyorsunuz ama değilim, eve tıkılmadığım sürece kendimi düzeltebiliyorum. İster inanın ister inanmayın. Kendimi bir daldan diğerine zıplayan düşüncelerimle motive etmeye devam ederken televizyonda en sevdiğim komedi dizisinin oynadığını görüyorum. Daha iyisi olamaz demiştim ya, olabiliyormuş demek ki diyor, hemen biramı kitabımı alıp televizyona karşı bir masaya geçiyorum. Sesi kapalı televizyonun ama sonuçta altyazılar var. Ortasında geldiğim için pek bir şey anlamıyorum ama yine de ilgiyle izliyorum. Derken kasklı dostumuz Sarp, kapıdan içeri giriyor. Ben geldim diyor, seni burada bırakamadım. Tam da televizyonun önüne oturuyor. İçimden ben dizi izliyordum diye geçiriyorum ama dışarıya yansıtabildiğim sadece sahte bir gülümseme oluyor. Oradan buradan titreyen sesiyle anlatmaya koyuluyor. Kafasının yanından görebildiğim şekilde diziyi izliyorum ve biramı yudumluyorum. Bir ara çok titizim falan dediğini duyar gibi oluyorum. Sanırım eve hizmetçi arıyor diye geçiriyorum aklımdan. Çok aptalım, en başından yollamalıydım. Ama karşında konuşurken elleri titreyen bir adama nasıl git denir ki, bilmiyorum. Aile yanında okumak en iyisi falan diyor. Bu şekilde konuşarak beni manipule ettiğini sanıyor galiba. Sanki bir anda, “ aman tanrım evet ev hanımı olmalıyım, hemen şimdi okumayı ve alkolü bırakmalıyım” diyeceğimi mi sanıyor acaba. Yine de kızmıyorum ben, sadece dinliyorum. Kitap okumayı çok seviyorsun herhalde diyor, evet diyorum. Bu konuda benzeşmiyoruz diyor. Bunu marifet olarak mı görüyor, bana mı öyle geliyor. Tamam diyorum, buradan kaçmanın zamanı geldi. Bak diyorum Sinan, benim gitmem gerek, tanıştığıma memnun oldum. Peki diyor, beraber kalkıyoruz. Tuvalete ikinci ziyaretimi gerçekleştirdikten sonra kasaya doğru yöneliyorum. Ödedim diyor. Kahretsin diyorum içimden, ne kadar aptalım. Kartla ödeme yapacağım için zorlayamıyorum bile, sadece teşekkür edebiliyorum. Hoşlanmadığım bir adam, ödenmiş bir hesap, acayip bir motosikletle baş başa kalıyorum. Eve motorla bırakmak konusunda ısrar ediyor. Hayır diyorum, bu kez yanıtım kesin bir hayır. Telefon numaramı almak için dil döküyor, dakikalarca. Aptalım işte, tekrar edeyim kendi kendime de unutmayayım. Sonunda msnimi almayı başarıyor Serkan. Batan güneş eşliğinde eve koyuluyorum.
Korkarak evin içine adımımı atıyorum. Tam olarak korkmak da değil, sonuçta evden çıkışımı saymazsak fena bir gün geçirmedim. Uzun zamandır hak ettiğim bir gündü hatta. 2 bira, teras, yağmur ve iyi bir kitap. Akşam Onur’a anlatıyorum her şeyi. Beni suçluyor, biraz da dalga geçiyor. Eh adam haklı. Her neyse diyorum, o kadar da kötü değildi. Yorgun ve uykulu oraya buraya tıklamaya devam ediyorum. Derken msne eklenmemle irkiliyorum. Aman Tanrım, mail adresinde “liselim” mi yazıyor yoksa bana mı öyle geliyor. Bravo diyorum kendime, gerçekten bravo. Kabul ediyorum yine de. Elleri titreyerek beni msne ekleyen birisini nasıl reddedebilirim ki. Görüşelim tekrar diye tutturuyor, abuk sabuk bir şeyler söylüyor. Sürekli titreşim ve o garip msn suratları. Çok farklıyız, boş ver diyorum. Örnek ver diyor. Ne örneği be adam diye bağırıyor içimden bir ses. Onur var neyse ki sakinleştiriyor beni. Hoşça kal diyip engelleyip siliyorum Sami’yi.
Şimdi nerede bir motosiklet görsem irkiliyorum, yakınlarında bir yerden Sedat karşıma çıkacakmış gibi geliyor.
the love of richard nixon
Uyandım ama bir süre yataktan kalkamadım. Düşüncelerle baş başa kaldığım, bomboş bir zihnin en sevdiğim saatleridir sabah yatakta keyif yaptığım saatler. Aptal bir pazar günüydü ve güneş her zamankinden daha yakıcı olacağa benziyordu. Zaten şu sıralar her şey oldukça yakıcıydı; petrol fiyatları, elektrik, su ve son zamanlarda cehennemin de daha sıcak olduğuna dair bazı duyumlar alıyorduk. Ya kafamın içindeki cehennem ne olacaktı, yanıcı madde olarak alkolü kullanan, dumanını da ağzımdan burnumdan sigara dumanı olarak veren şu cehennem. Her neyse dedim, onun icabına başka zaman bakarım. Kalktım, pijamalarımla ayaklarımı sürüye sürüye mutfağa doğru yürümeye başladım ve her zamanki gibi mindere takıldım. Ağzının üstüne kapaklanmaktan son anda kurtulan her insan gibi sinirlendim ben de ve mindere daha önce attığım tekmeleri aratmayacak bir tekme savurdum. Kalorifere yapışıp, yere düştü. Döndüm ve mutfağa doğru rotamda devam ettim. Mutfağın penceresini açmaya kalktım ve o anda tırnağımı kırıp ufak bir çığlık attım. Acıyla olduğum yerde zıplarken çıplak ayağımı sandalyeye çarptım ve iki büklüm zırlamaya başladım. Biraz sakinleşince kendime dolaptan bir bardak ice tea koydum ve yatak odama doğru yola koyuldum. En iyisi bugün yataktan çıkmamak dedim kendi kendime. Belki film izlerim ya da e2 diye düşünürken küçük oturma odamda kanepede oturan birisini gördüm. O esnada kapının önünden çoktan geçmiştim ve geri geri yürüyerek ona baktım. Hayret içinde ağzımdan şu cümle çıktı; sen ne zaman geldin?
Rengin bembeyaz olmuş. Dün gece geldim ya dedi.
Gerçekten mi dedim. Kapıyı ben mi açtım?
Evet, açtın ve geri dönüp yattın. Hatırlamıyor musun?
Hayır dedim. Gerçekten de hatırlamıyordum. Ona geceleri artık yatmadan önce 1-2 tekila shotladığımı söyledim.
Aferin, salak dedi. Ya ben değil de başkası olsaydı?
Haklısın dedim.
Bunları konuşurken karşısındaki kanepeye çoktan oturmuş, bağdaş kurmuştum.
Dün gece o kadar aradım neden gelmedin dedi. Beraber içerdik tekilaları.
Canım istemedi dedim. Sanırım yeni bir döneme giriyorum kendi içimde. Yazmak için çok verimliyim şu sıralar. Baksana seni bile getirdim buraya.
Demek artık hayatının nasıl olmasını istiyorsan, neleri elde edemiyorsan onları yazacaksın dedi.
Evet dedim. İçeceğimden bir yudum aldım. Gözlerimi yere diktim. Aptalca bir şey söyleyip, planlarımı altüst etmesinden korkuyordum. Ben geçmişi değil, geleceği yazmak konusunda daha başarılıydım üstelik. Bunu ona da söyledim acilen.
Ağzını şapırdattı her sabah yaptığı gibi. Bu acıktığının işaretiydi.
Yani ben gerçekte bu şehirde yaşamıyorum öyle mi dedi.
Hayır dedim. Sen aslında İstanbul’da yaşıyorsun. Yaklaşık bir senedir görüşmüyoruz. Yüksek lisans yapıyorsun orada.
Oo, iyiymiş dedi. Neden peki, neden görüşmüyoruz?
Bilmiyorum dedim. Bir gün akşam internette baktım beni silmiştin, ben de seni sildim ve bitti işte dostluğumuz.
Bu kadar kolay yani dedi. Ne aptalız.
Evet dedim. Ben hep sonsuza dek dost oluruz sanmıştım. Seni çok seviyordum. Sesim titremeye başlamıştı artık.
Ben de seni çok seviyorum, keşke gerçekte böyle bir salaklık yapmasaydık.
Kalktım. Seni çok özledim dedim, sarıldım.
Biliyor musun, bunları yazarken aslında ağlıyorum, sen aslında İstanbul’dasın ve hiçbirinden haberin yok dedim.
Tamam, dedi. Üzülme geçecek. Güldü, hişşş oğlum ağlama dedi.
Ben de güldüm. Seni o kadar çok özledim ki dedim. Suratım tam bir aptal gibi görünüyordu. Kıpkırmızı, ağlamakla gülmek arasında.
Peki burada, Ankara’da ne işin var dedi.
Yüksek lisans dedim. Kazandım sonunda.
Gerçekten mi dedi. Buna çok sevindim.
Ben de dedim. Kalktım yerime oturdum yeniden. Bir sigara aldım pencerenin önündeki paketten. Gözüme pencerenin önünde iğrenç bir şey çarptı. Mutant kaktüsümü de getirmişim Eskişehir’den buraya, ne çirkin şey.
Sigaraya mı başladın dedi. At bana da bir tane oradan.
Ona da uzattım. Evet dedim. Her yerde yasaklandığına göre artık içebilirim.
Güldü.
Sana kahvaltı hazırlayacağım dedim. Sosis de var. Sever misin?
Ooo dedi, ben de bilgisayardan müzik açayım o sırada. Sende benim son hazırladığım set var mı dedi.
Yok dedim. Bir senedir görüşmüyoruz ya. İnternetten indir de dinleyelim. Tamam, hemen indireyim o zaman dedi.
Ben de ağzımda sigara sosisleri doğramaya başladım.
neon kentler
Kumandayı aldım televizyonu kapattım. Biramın sonunu kafama diktim ve ayağa kalktım. Gidip sertçe elinden yakaladım, tek kelime etmeden çekerek yatak odasına götürürken diğer elimle de ışığı söndürdüm. Onu karanlıkta usulca çevirdim ve omuzlarından iterek yatağa oturttum, sonra da kucağına oturdum, yüzüm ona dönük. Saçıyla oynamaya başladım, her istediğim zaman bunu yapabilecek olmanın huzuru içinde. Ne tam kıvırcıktı saçları ne de dalgalı, ikisinin arasında garip iri dalgaları vardı. Onlarla oynadım, tek tek. Usul usul her kıvrımını olması gerektiği şekle getirip bıraktım. O hiç sesini çıkarmıyordu, benim saçma sapan ani çıkışlarıma, ruhumun belirsiz devinimlerine alışmıştı artık. Gregor Samsa’nın devinimi diye mırıldandım kendi kendime, neredeyse sessiz ama o duydu. Demek ki tüm dikkatini bana vermişti, kafasını kaldırıp yüzünü bana çevirdi. Kim bilir neler düşünüyorsun dedi. Pek çok şey dedim, pek çok şey.
Ne kadar güzel gözleri vardı. Bunu ona her bakışımda aklımdan geçiriyordum sanırım. Taze ve çocuksu bakışları vardı, kıvrılan uzun kirpikleri ve sonuna doğru ufak bir kavis yapıp birleşen göz kapakları. Çok seviyordum, her şeyiyle tamamen. Şimdi onun yerinde bir başkası olsaydı konuşur, dikkatimi, düşüncelerimi aptal sözcükleriyle darmadağın ederdi. Ama o dert etmezdi, konuşarak düşüncelerimi yönlendirmeyi aklından geçirmezdi ya da bir sonraki hamlem için acele etmezdi. Karanlıkta sessizce bekler, kafamın içinde şu sıralar fazla mesai yapan saatin tiktaklarını dinlerdi.
Saçlarıyla ilgili ritüelimi tamamladıktan sonra gözlerinin içine baktım ve konuşmaya başladım. Ağzımdan birer birer dökülen kelimelerin usulca yatağa, odaya, yere dağılışını seyrettim bir süre. Kelimelerle ilgili bir sorunum var, belki de bir çeşit saplantı. Harfleri, sözleri istemim dışında görselleştiriyorum, hatta belki bazen kişileştiriyorum. Çocukken de böyleydi bu, aynı kelimeyi defalarca söylerdim ta ki kendisine atfedilen tüm anlamlardan bağımsız kalıp kendi çıplak kilden bünyesine dönene dek. Sonra onunla oynardım, yeniden şekil verir yeniden severdim. Kelimelerle aramda hep anlamsız bir bağ oldu bu yüzden. İşte yine sırf bu yüzden ağzımdan dökülen kelimeleri görebiliyordum, dizili halde ağzımdan çıkan sonra saçılıp dökülen mavi cümleler, kelimeler. Konuşurken ona bakmıyordum, kelimelere bakıyordum hayretle. Karanlık odaya pencereden vuran beyaz ay ışığı ve etrafa saçılmış harflerin parlak mavi ışıkları. O gece ona tam olarak neler söyledim, pek hatırlamıyorum. Aradan zaman geçtikten sonra kendime geldim ve konuşmaya bu kez ne dediğimi bilerek devam ettim. Çok iyi hatırlıyorum, bu zihnimin tamamen açıldığını hissettiğim büyülü anın ortasında ona dönüp şöyle dedim.
“Sana neondan mavi kentler inşa edebilirim ya da patikalar; dağlardan küçük ırmaklarla köylere açılan. Peçesiz kadınlar, pencereler ve hatta tüm yaşadıklarını yeniden canlandırabilirim. Seni yeni baştan yaratabilirim, parlak, mavi ama bir o kadar da inanılmaz. Yeter ki bana inan.”
Sonra durdum, söylediklerimi ikimizin de sindirebilmesi için zaman gerekiyordu. Zaman, peh… onun yardımı olmadan birbirimizi anlayamıyor, bir bardak kahve içemiyor, çıktığımız balkon demirlerinden aşağıya atlayamıyorduk. Hem ilerlemesinden hem de durmasından korkuyorduk. Aslında ben zamana inanmıyordum, zaman da bana inanmıyordu. Ben yalnızca kızarmış patatese, uzaylıların gerçekten var olduğuna, zaman makinesine ve insanlara inanıyordum. İnsanlara yalnızca inanmakla kalmıyor aynı zamanda onları içimden gelen kaynağı belirsiz bir sevgiyle seviyordum. Sartre’ın biz hümanistlerden nefret ettiği kadar varız dedim kendi kendime. Başıma bunun yüzünden neler gelmişti ve ben hala utanmadan insanları sevdiğimi söylüyordum. Bu neredeyse saflık…
Ben ay ışığı altında dallanıp budaklanan düşüncelerime dalmış, neredeyse umutsuzluğa kapılmışken saçlarımı avuçlarının içine aldı ve şöyle dedi.
“O güzel kafanın içinden neler geçiyor tam anlayamıyorum ama bil ki yalnızca sana inanıyorum. Ne tanrıya ne evrime ne de uzaylılara. Bunu söylerken gülümsemişti, çukurlaşan yanakları ve kırışan alnıyla. Yalnızca sen… tamam mı?
Hey dedim, ama uzaylılar gerçekten var.
Tatlı tatlı gülümsedi. Sonra onu öpücüklere boğdum ve yine omuzlarından iterek devirdim. Ona kendimi hiç bu kadar yakın hissetmemiştim, aynı anda hem yakın hem de uzak. Yuvarlak bir dünyada mesafe ne taraftan baktığınıza bağlı olarak değişir.
Bir bakarsınız aslında en yakınınızdaki size en uzak olan kişidir.
Yakın
Uzak
Yakın
…
sağ tık sol kroşe

Kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan, tutmaya ve iş yapmaya yarayan bölümü, el. Benim elim, beş parmağım, kafatasım ve gövdem. Bir noktada kilitliyiz şimdi, bekliyoruz. Bir sonraki hamleyi. Kafamı kaldırıyorum, karşımda tekli çiçekli koltuğa yayılmış ananem. Sonra tekrar eğiyorum, kilit noktama dönüyorum, aslında uzun süre uzaklaşamayacağımı anladığım kilit noktama. Aslında bu tam olarak bir fotoğraf. İki kadın ellerinde sigara, diz çökmüş konuşuyorlar. Biri sırtını çiçekli bahçeye vermiş, diğerinin yüzü ona dönük. Çeken tam olarak iyi ortalayamamış pozu, hem biraz bulanık hem de fotoğrafın alt kısımları kırmızıya dönüyor. Sıradan bir anın sıradan bir fotoğrafı.
Duruyorum, durup yutkunuyorum.
Pelin bir fotoğraf daha uzatıyor önüme. Bize bak diyor. Küçüğüz daha, birbirine benzeyen mavi elbiselerimiz var üstümüzde. Sarılmışız, gülüyoruz. Evet, çok tatlıyız diyorum cevap olarak, sonunda soru işareti olmayan sorusuna.
Geri dönüyorum kaybetmekten korkarcasına iki elimle tuttuğum fotoğrafa. Aklım başımı da alıp gitmek istiyor, beyaz çitlerle çevrili o çiçekli bahçeye. Mevsimlerden yaz, sıcak olduğunu düşünüyorum. Düşündükçe içim ısınıyor, sıcacık iklimler çiçek açıyor içimde. Benim de dostlarım vardı bir zamanlar diyorum içimden. İsmimin altında kırmızı tırtıklı çizgiler belirinceye kadar, sonrası kolay. Bir sağ tıka bakıyor artık bu devirde dostluk ilişkileri. Sağ tıkla, kişiyi sil, emin misiniz; evet gayet eminim ve umurumda da değil, tamam. Sağ tık, sol kroşe, üçlü salto ve nakavt. İşte bu kadar basit. İki kere sol tıklayıp bir kişiye onu sevdiğinizi söylüyorsunuz, bir sağ bir sol tıklayıp onu hayatınızdan tamamen siliyorsunuz. Parmaklarınızın ard arda iki kere kasılması ile bir şeylere başlıyor ya da bir şeylerden sonsuza dek kurtuluyorsunuz. Birlikte çekindiğiniz fotoğraflar kalıyor sadece eski bir dostluğun tanığı olarak. Aman, onları da boş verin, zaten binlerce var. Aralarında sağ tık kurbanınızla çekindiklerinizi bulup silmeye çalışmak yerine onsuz bin tane daha çekersiniz, emin olun hem zamandan hem de iş gücünden tasarruf etmiş olursunuz.
Küçük kuzen geliyor sonra içeriden. Hani nerde ölen teyzenin fotoğrafı diye soruyor. Hande ablanda diye yanıtlıyor onu annem. Kucağımda küçük kuzenim, fotoğrafı gösteriyorum. Bak bu ananem, bu da arkadaşı. Öldü. 52 yıldır arkadaştılar ama şimdi o yok. Evlendiklerini gördüler, çocuklarını, torunlarını gördüler. Birlikte gezdiler, dedikodu yaptılar, kapı önünde sigara içtiler, yaşlandılar, beyazladılar, değiştiler. Tam yarım asır. Onlar hep iyi dosttular, ne olursa olsun. Nasıl olursa olsun. Ama şimdi biri yok.
Hani nerde bir de ben bakayım diyor ananem. Uzatıyorum ona. Gözlüklerini takıyor usulca.
Kitlenmiş fotoğrafa bakarken ağzından sadece “ ya “ çıkıyor. Başka bir şey diyemiyor. Gözleri doluyor ama çok kalabalığız ya, ağlayamıyor. Bunu koymayın albüme tekrar diyor titreyen sesiyle. Ortada kalsın. Daha sonra ağlamak üzere masanın üstünde duran süs balığın yanına kaldırılıyor fotoğraf.
Eve geliyorum yine, her zamanki gibi. İki sol tık ve anlatmaya başlıyorum hepsini ileride ellerini sime bulayacağımdan habersiz adama ve ekliyorum;
“Eğer bizden başka kimse olmasaydı orada, ananemle saatlerce ağlayabilirdik; kaybettiklerimize.”
kadınım
“Bir seçeneğim olsaydı kesinlikle var olmamayı tercih ederdim” dedi ve peşi sıra uzunca bir sessizlik sürükledi. Tüm sözcükler sessizliğin rüzgârında havada asılı şimdi. Ne? Şu kayan A harfi miydi? Nereye düşecek acaba? Hafif sağa doğru sapan A, Hande’nin birasının içine düşüyor. Culp!
Sonra eriyor, suda eriyen vitaminler gibi hışırtılar ve kabarcıklar çıkararak. A’lı biranın tadı nasıl acaba? Hande birasından bir yudum alıyor. Paslı çivi tadını biraz inceltmiş, biraz da tatlandırmış gibi. Diğer düşecek harflerin de tadına bakabilmek için bardağını biraz sağa doğru itiyor Hande ama O bütün bunların farkında değil. O daha çok bir eski sevgili, yeni sevgilisiyle evlenmek üzere olan bir eski sevgili. Daha çok düşünen, daha çok mutlu olan, daha kontrollü, daha sevecen. Hande bildiğimiz Hande işte. Bir çeşit hastalık. Ona baktıklarında insanlar şöyle diyor olmalılar:
“A, o mu? O bir çeşit Hande hastalığı. Belirtileri; öksürük, aft, kalpte sıkışma ve depresyon. Endişelenecek bir şey yok canım, şimdiki antibiyotikler çok güçlü. İçiyorsun, hop ertesi güne hemen geçiyor.”
Dökülen diğer harflerden hiçbiri bardağa denk gelmiyor, S hariç. Zaten S de bardağın kenarında takılı kalıyor. O’nun dikkatini çekmeden S‘yi bardağın içine itmesi lazım şimdi.
Havada şuna benzer bir şey asılı duruyor artık:
“ eçe ğim ols ı es li l v r o ama ı te ih e di “
Gözü diğer bardakta Hande’nin şimdi. Bu bir 70’lik. Arjantin diyorlar ona, Hande de kendine Arjantin diyor çoğu zaman ama bunun bira bardağıyla alakası olmasa gerek. O sessizlikten rahatsız, bir şeyler anlatmaya koyuluyor, mutlu ve umutlu olmakla ilgili. Hande onu duymuyor çünkü Arjantin’de tango yapıyor o esnada, sokakta hem de, herkesin içinde. Topuklu siyah ayakkabıları var ayağında, üstünde de elbisesi. Ne çok uzun ne de çok kısa bir elbise o. Ne o küçük kıçı görünüyor dans ederken, ne de bacakları kapanıyor. Tam kararında, neredeyse mükemmel. Saçını topuz yapmış, eh tangonun da bir adabı var. Yakışmamış pek, öğrencisini azarlamak üzere bir olan bir öğretmeni andırıyor suratı. Masada mutluluk timsali eski sevgilisini unuttuğunu hatırlayınca dans partnerine bir veda öpücüğü verip alelacele bir uçağa atlayıp dönüyor Hande. Cümlesinin sonuna yetişiyor neyse ki. “ Hayat güzel Hande, yaşıyorsan bunun tadını çıkarmalısın.”
“Ben de İstanbul’a taşınıyor, evleniyor olsaydım yani bir hayatım olsaydı ben de senin gibi konuşurdum.” Yine haklı, her zaman ki gibi.
“Doğru söylüyorsun” diyerek yeni bir konuşmaya başlıyor O. Haklı olmaktan nefret ediyor Hande, her zamanki gibi.
Ve basket, kayan V harfi biranın dibini boyluyor. Hande’nin dudaklarında zafer gülümsemesine benzer bir şey beliriyor.
V pek erimiyor, üşeniyor galiba. Ne saçma, eğer V olarak doğduysan erimelisin. Fark ettirmeden çalkalıyor Hande bardağı. Yine de V ‘nin dibe çökme fikrinden vazgeçmesini sağlayamıyor. Birasının Vli dibini içiyor. Ağzında naneli bir tortu kalıyor, yüzünü ekşitiyor.
Gülümseyerek kalkıyor Hande masadan, tuvaletin yolunu tutuyor. Tuvaletin yerini biliyor olmak, kimseye sorma gereği duymamak büyük bir lüks. Üst kata çıkıyor. Barlarda genelde bayan tuvaletleri boş olur ilkesi kendi kendini yeniden ispatlıyor. Hande’nin ilk işi tabi ki ağzını çalkalamak. Bu V gerçekten iğrenç bir şey.
O masada bekliyor. Yan masadaki gençlere göz atıyor biraz, sonra da besleme kızlara benzeyen garsona. Birasından 3 yudum alıyor. Bu bardağı 3 kere eline alıp, 3 kere ağzına götürüp 3 kere yerine bırakmak demek. Ne kadar da yorucu. Dur biraz, biranın tadında bir gariplik var. Nedenini O bilmese de Hande biliyor. İçine İ kaçtı çünkü. İhanetin İ si, İhtirasın ve İşemenin İ si. Dünyanın en ikiyüzlü İ si, İ lerin babası ve aynı zamanda lideri.
Merdivenlerden usul usul inen Hande oturuyor yerine yeniden. Biram bitti bahanesiyle İ li biradan alıyor bir yudum. İhanetin tadına bakıyor yeniden, daha önce de bakmıştı; yaşayarak. Aynıymış diyor içinden, hiç değişmemiş. Hala tuzlu ve biraz da küf kokulu. Kendi birasına İ düşmediği için şanslı hissediyor kendini.
“Çok entelsin, senin sorunun bu” diyor parmağı yüzüklü eski sevgili. Kahkahayı patlatıyor Hande, “Evet, gereksiz bir entelim ben. Zift tadında kahve içiyor ve gözlüğümü takıp Virginia Woolf okuyorum. Sanırım bir ara da intihar edeceğim.” O da gülüyor ve aniden soruyor,
- Kalkalım mı?
- Evet, tamam kalkalım.
Hande eve gidip, bütün gece ağlıyor. Nedenini bilmiyor ama hıçkıra hıçkıra saatlerce ağlıyor. Bir yandan da Tanju Okan, kadınım diyor. Eşyalar toplanmış seninle birlikte…
eksensiz kırkayaklar

Ama gene de herkes sevdiğini öldürür,
Bu böylece biline,
Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar,
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,
Korkak, bir öpücükle,
Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür!
~ Oscar Wilde
Karanlık boş sokakta deli gibi koşan sensin. Baktığında sokak lambasının etrafında uçuşan sarhoş sinekleri gören gözler de senin. Pat pat asfaltı dövüyor ayakların, soluğun düzensiz, kan basıncın yükseliyor… Ciğerlerini mengeneyle sıkıştırdıklarına yemin bile edebilirsin. Biraz yavaşlıyorsun ama olmuyor, yetmiyor ki duruyorsun. Eğilip ellerinle dizlerini sıkıyorsun, başını kaldırdığında sokağın sonuna nerdeyse vardığını fark ediyorsun. Peki, şimdi ne yapacaksın, kafan karışık… Tam karşında bir dükkân var, bir terzi. Beyninin sol yarısı duruma müdahale ediyor, sola dönmelisin diye fısıldıyor kulağına. Daha karanlık göründüğü için ikna oluyorsun, yürüyerek sokağın sonundan sola dönüyorsun. Hem böylelikle hiç dikkat çekmemiş oluyorsun. Biraz ilerledikten sonra tekrar koşmaya başlıyorsun, bu kez daha ritmik. Deli gibi denemez hani...
Karanlık sokaklar, senin gibi durmadan koşuşturan bir hamamböceği için en uygun yer öyle değil mi? Yoksa sol göğsü sağ göğsünden nerdeyse bir beden büyük olan şu sürekli ıslak kadının pis kokulu bacak arası mı demeliydim? Kadınlar… Ah kadınlar seni saklamaya ne kadar da hevesli değil mi, tıpkı annen gibi… Koca kafalı, iri gövdeli çocuklardan kaçtığında saklandığın yerdi annenin mis kokulu eteğinin arkası. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor, alnından süzülüp kadının alnına damlayan ter damlası gibi. Ama o bunu hissetmemişti, sense düşünmüştün. Âşıkken sevişmenin ne kadar güzel olduğunu hatırlamıştın, ilk âşık olduğun kızı hissetmiştin iliklerine kadar. Bembeyazdı teni, beyaz giyinince yürüyen bir bahar çiçeğine baktığına yemin bile edebilirdin. Rüzgârda uçuşan kestane renkli saçlarını bir ömür boyu izleyebilirdin. Yavaşlayıp tekrar durdun şimdi, boğazındaki o kocaman yumrudan kurtulmak istercesine tükürüyorsun. Kaldırımda oluşturduğun şaheserine bakıyorsun, yumru hala boğazında. Elinle telefon direğinden destek alıyorsun, sol elin dizinde. Başın eğik, pes etmekle devam etmek arasında kararsızsın. Soluk soluğasın, sesli sesli nefes alıp veriyorsun. Doğruldun arkandan gelen var mı diye ellerin belinde sokağın başını gözlüyorsun. Kimse yok, biraz rahatlıyorsun. Ama ciğerlerin seni rahat bırakmıyor, ağzından çıkmak istiyor lanet olasıcalar. Göğsünü yumruklayıp onlara patronun kim olduğunu hatırlatıyorsun. Daha fazla vakit kaybedemezsin. Bir gün daha yenilemezsin, bu kez ondan önce eve varmalı ve kapıları sıkı sıkıya kilitlemelisin. Bir başarısızlığa daha tahammülün yok artık. Hızlanarak yürümeye başlıyorsun. Tek katlı bir evin var, eski moda halıların, küflü yeşil koltukların ve ekşimiş peynir önderliğinde alt notalarında kadın ve ter kokulu bir yatağın. Çöp kokusu ise büyük ihtimalle mutfaktan geliyor, buzdolabını kokladıktan sonra hayatta kalan var mı acaba? Neredeyse orta çağdan kalma bir jant fabrikasında vardiyalı işçi olarak çalışıyorsun. Orta çağda traktör jantı üretiyor olmaları garip. Bu hafta gece vardiyasındaydın. Saat 04.18, servisten indiğinden beri koşuyorsun. Aslında servis gözden kaybolana kadar bekledin. Beyin yerine kafataslarının içinde küçük kırkayaklar beslediklerinden emin olduğun iş arkadaşların seni koşarken görsünler istemedin. Seninle aynı yerde inen kimse olmadığı için şanslısın. Şansın senden yanda olduğu tek konu bu olmalı. Bir sokak kaldı evine varmaya, arkandan kimsenin gelmediğine emin olmak için tekrar dönüp etrafı kolaçan ediyorsun. Henüz kimse yok, rahatlıyorsun. Son bir atak ve bu kez başaracaksın. Aniden hızlanıyorsun, pat pat ayak seslerin sokağı dolduruyor. Gece soğuktan titriyor, sonra da yorgunluluktan esniyor biraz. Uyanık son kişinin yani senin de yatmanı bekliyor derin bir uykuya dalmak için. Tamam diyorsun az kaldı, sabret varmak üzereyim. Aniden durmaya kalkışınca kırılması hiç de zor olmayan kapıya çarpacak gibi oluyorsun. Hatta biraz yaslanıyorsun ama neyse ki hiçbir şey olmuyor. Cebinden çıkardığın gibi deliğe sokup anahtarı çeviriyorsun. Aynı ilahi hızla içeri girip kapıyı kapıyorsun, kapıya içeriden sırtınla yükleniyorsun bir süre. Yere çömelmeden önce kapıyı içeriden kilitleyip, sürgüyü çekiyorsun. Biraz soluklanıp, banyoya doğru ilerliyorsun. Zaferinden neredeyse eminsin ama neyle karşılaşacağını bilememenin heyecanı çok olmasa da biraz titretiyor kalbini. Işığı açmak için elektrik düğmesine dokunuyorsun, ışık yanmıyor. Tekrar tekrar deniyorsun, yine olmuyor. Kafasız ampul yine patlamış olmalı, sinirleniyorsun biraz. Tek ayna banyoda ve zaferine şahit olmak için onu kullanmak zorundasın. El yordamıyla aynayı asılı olduğu çividen kurtarıyorsun. Karanlıkta, oturma odası diye nezaketen adlandırdığın odaya götürüp, kanepeye bırakıyorsun. Geri dönüp ışığı açıyorsun. Usulca kanepenin yanına yaklaşıyorsun. Kafanı eğip davetkâr bir kadın gibi boylu boyunca yatan pis aynaya bakıyorsun.
Kahretsin… Lanet olsun… Yine sen... Hep sen... Hep aynı sen... Aynı çizgiler, aynı burun aman tanrım yine aynı sönük gözler… Aynı dağınık dökülmeye başlamış saçlar... Aynı işte her şey aynı. Kahretsin... ve çeşitli kırkayak kafalı dostlarından öğrendiğin küfürleri sıralıyorsun... Yine kaçamadın işte kendinden, saçmalıyorsun... Bırak o aynayı yerine. Dinlemiyorsun, yere çarpıyorsun aynayı... ayna paramparça, sen... sen ömründe ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlıyorsun…
~ 20.04.2008
~ resim: René Magritte - Not to Be Reproduced (La Reproduction Interdit), (1937)
şüpheli hikaye tohumları

Tavana bakarak gerindiğim yerde ne kadar mutlu, ne kadar dertsiz tasasız görünüyorum öyle değil mi? Gülümseyerek verdiğim "hayatımı seviyorum, hayat da beni seviyor" imajına ne kadar da çabuk kanıyorsunuz. Hayır, hiç de kolay değil her şeye rağmen hayatta kalabilmiş olmam. Tamam, peki anlatacağım olanları ama yine de yaşadıklarım ve ilerde yaşayacağım gibi görünen şeylerle; yüzüme düşen her güneş kırıntısını öpüşümle bağdaştıramayacak ve bana inanmayı reddedeceksiniz. Ama olsun, içinize şüphe tohumlarını ekmemden kimse alıkoyamaz beni.
Evet, bir bakalım nerden başlamalıyım. Önce kendimi tanıtayım ismim Eylül, güzel isim değil mi, biliyorum. Endüstri mühendisliği diploması sahibi beceriksizin tekiyim. Ben ne anlarım mühendislikten, eğitim sistemine bunu anlatamadım ve üniversitem beni mezun etmeyi kendine borç bildi. Her neyse konumuz bu değil, konumuz torpille girdiğim işimden yine bir başkasının torpili için çıkarılmış olmam. Gerekçe olarak bu kadar fazla endüstri mühendisine ihtiyaçları olmadığını gösterdiler. Komik değil mi, biliyorum. Tabi ben durmadım, sanki başka birisinin hakkını yiyerek kendime bu büyük güzel fabrikadan yağlı bir parça koparmamışım gibi, olayı duyar duymaz gidip yaptıklarının ne büyük haksızlık olduğunu suratlarına haykırdım. Onlar ne mi yaptı, tabi ki hiçbir şey yapmadılar, güvenlik yaptı yapacağını. Beni neredeyse yaka paça dışarı attılar. Ailemin hiç hoşuna gitmedi bu tabi, adabımla girdiğim yerden adabımla ayrılmalıydım.
— Özür dilerim anne, sizi üzmek istemedim anne, böyle olsun istemedim anne, dayanamadım ama ne yapayım anne, bir daha yüzünüzü kara çıkarmayacağım anne ve diğer ardı ardına dizildiğinde anlamını yitiren, bunları söyleyen ben miyim dedirten söz öbekleri...
Neyse ki akıllı, güçlü, her durumda kontrollü, kendini bilen bir sevgilim vardı. En kolayından onunla evlenir, yeni bir iş bulana kadar onun parasıyla idare ederdim. Kadınların başlıca sığınağı, kolaya kaçmanın, onurunu ezdirmenin en bilindik yollarından biri, ama benim için işler pek öyle olmadı tabi ki. Sevgilim vardı demiştim ya, yokmuş. Meğer en sevdiğim arkadaşımla beraberlermiş, bunu bana nasıl söyleyeceklerini bilememişlermiş, arkadaş kalabilirmişiz üçümüz, bu onları çok mutlu edermiş. Sadece ne kadar zamandır kandırıldığımı merak ettim, bir süredir yanıtı beni pek tatmin etmemiş olacak ki; küfredip kapattığım telefonu karşımdaki duvara fırlattıktan sonra üstünde bir miktar tepinmem gerekti. Peki, bu beni rahatlattı mı, hayır. Hani olur ya çizgi filmlerde, kahraman sinirlenince gözlerinde alevler parlar, işte o alevi görebilmek için benim gözlerime bakmanız yeterliydi. Aslında başka zaman bu kadar kızmaz öfkelenmezdim ama ikisine birden yani hem uzun zamandır beni iyi tanıyan bir arkadaşa ve bana destek olacak bir sevgiliye ihtiyacım vardı, ya da hiç değilse bu gibi bir durumda beni oyalayabilecek bir işe. Hepsi aynı anda iğrenç yollarla avucumdan kayıp gitmişti ve avucum yakılmıştı artık geri dönüşüm yoktu. Yeni bir iş, yeni bir sevgili, yeni bir dosta ihtiyacım vardı. Şarkıdaki gibi değil mi, biliyorum. Hiç kolay değil, şarkılarla hayatlar yürümüyor. En azından bu sefer ne yapmayacağımı biliyordum, mesela arkadaşım ve sevgilim aynı cinsiyetten olmalı ki aynı şeyleri tekrar yaşamayayım öyle değil mi? Eh cinsel tercihimi değiştirip lezbiyen olamayacağıma göre, kendime karşı cinsten bir dost edinsem iyi olacaktı. Tabi benim yaşımda biraz zor, ne üniversite yılları gibi kafa dengi insanlar dolaşıyor etrafınızda ne de bir erkekle bir bayanın dostluğu kolay kolay hoş görülmüyor ülkemde. Evlenip bir sürü çocuk doğurmam için türlü hileler, manalı yan yan bakışlar, sürekli evde kalma muhabbetleri ile rakibini yorma aklını karıştırma ve en önemlisi psikolojik baskı ortamı yaratıp rakibi zayıflatma yöntemlerine başvuruyordu insanlar. Benimse hiçbir dayanağım yoktu, zaten biliyorsunuz ben kimsenin rakibi değilim, olmak da istemiyorum. Ben sadece biraz oturup dinlenmek istiyordum, o kadar. Beni anlıyorsunuz değil mi, biliyorum.
Sonra ne mi yaptım, kendimi alkole verdim. Peşinden 2 intihar denemesi ve bir sabıka kaydı. İlk intihar girişimimde ki ben bu girişimimden pek çok ders aldım; beni kurtaran polise hakaret ve devletin memuruna kötü davranmaktan suçlu bulundum. Hayır, çok resmi oldu resmen teşekkür edeceğim yere, adamcağızı ısırıp annesinden başlayıp neredeyse tüm diğer aile fertlerine küfür ettim. Belki kameralar orda bulunmasaydı, özür dileyip yalvarıp yakarıp kendimi affettirebilirdim, ama ordalardı ne yazık ki. Sanırım fazla bağırmış çağırmış olacağım ki çağırmadık kimse bırakmamışlardı atlamak için çıktığım binanın 15. katına. Alkollüyken intihar etmeye kalkışılmayacağını öğrenmiş oldum böylelikle. Artık iş bulma, sevgili bulma, dost edinme gibi umutlarımın yerinde yeller esiyordu. Kim benim gibi biriyle birlikte görülmek isterdi ki, onlar da haklı tabi. Ben de kendimle birlikte görülmek istemiyordum aslına bakarsanız. Ailemle de aram iyice açıldı tahmin edersiniz ki, bir evin bir kızının düştüğü hallere bakınız, böyle günler için mi yetiştirmiştik beni. İkinci girişimim de oldukça komikti, mutfakta gazı açıp yere yattım. Sonuç; uyuyakalan ben, açılan gevşek mutfak kapısı, içeri dalan soğuk hava ve uyandığında neredeyse zatürree olmuş olan ben. Bütün bunları yaklaşık 2 ay içinde yaşadım ve son maaşımın son kalan kırıntılarını da 2 gün öncesine kadar soğuk algınlığı ilaçlarına harcadım.
Peki, şimdi neden mi gülümsüyorum; "2 ay sonra aniden gelen Eylül biz Hande'yle ayrıldık ve ben seni geri istiyorum, affet beni." telefonuyla bir ilgisi olabilir mi ya da sabah haberlerinde dün gece eski fabrikamda kimse yokken çıkan yangın sonucu trilyonlarca lira zarara batan fabrika müdürümün ağlamaklı suratını görmüş olabilir miyim? Hiç sanmıyorum, sadece bugün kendimi daha iyi hissediyorum o kadar, fazlası değil. Zaten fazlasına da ihtiyacım yok, biliyorsunuz.
~ 08.02.2007
~ fotoğraf: kis by SnjezanaJosipovic
melinda

Şimdi iki küçük örümcek saçlarımı örüyor ve gözyaşlarım daha fazla kirpiklerimin ardında saklanamayıp birer birer kırılıyor kucağımda. Saçlarımı taramaktan bitkin düşmüş yaşlı bir kirpi de ayağımın ucunda uyukluyor, arada bir uyanıp örümceklere söyleniyor. Olan bitenden habersiz bir bal arısı her gece olduğu gibi başım ve altın tozu kutusu arasında mekik dokuyor. Önce ayaklarını batırıyor altın tozlarına sonra da başımın üstünde bir ileri bir geri uçarken topuklarını vuruyor birbirine. Saçlarım parlıyor, kıskanç birkaç yıldız arkasını dönüp görmezden geliyor.
— Yeter artık, yoruldunuz. Hem gelmeyecek siz de biliyorsunuz.
Ağzımdan çıkan hüzün kabarcıkları yükselip tavana çarpıyor, sonra patlayıp tekrar üzerimize saçılıyor. Artık tek üzgün ve ağlamaklı ben değilim odamda. Hıçkırıklarını gizlemek için acıklı acıklı çalmaya başlıyor piyanom. Gece sırtımı sıvazlıyor, “ Üzülme, söz verdi, gelecek.” Mumları ürkütmemeye çalışarak açılıyor yaşlı pencere, rüzgâr usulca dalıyor hüzün tüten odama, sürünerek geçiyor yatağımın altından ve yağmur kokusunu boca ediyor burnumdan içeri. Gülümsüyorum, gülümsüyorlar ama hala hepsinin boynu bükük. Ağzında saçlarıma takmak için papatyalar taşıyan tavşanın gözleri doluyor bir ara. O da biliyor gelmeyeceğini, içi acıyor, biliyorum.
— Ben artık bıktım, yoruldum onu beklemekten. Yaz bitmeden geleceğim demişti. Nerdeyse kış geliyor bakın, ama o hala gelmedi.
Tembel kedim bakışlarını çeviriyor; umudu yerle bir, benimki de öyle.
— Size umutsuzluk hiç yakışmıyor küçük hanım, diyor yabancı bir ses.
— Kim var orda diyince çokbilmiş baykuş dostum kafasını uzatıyor pencereden içeri. Pencere irkiliyor; kapanıp kıstırıversem şunun koca kafasını diyor içinden belli.
— Ben bir zavallıyım, asla gelmeyecek olan birini aylardır hiç durmadan bekleyen bir zavallı. Ama bu gece gitmeyeceğim o parka, beklemeyeceğim onu bu soğukta bir başıma.
— Bir ihtimal kırıntısı uğruna her şeyini verebilecek o kadar çok insan tanıyorum ki. Hadi, hazırsan kalk gidelim prenses. Ben sana eşlik ederim.
Bir an tereddüt ediyorum gidiple, gitmeyip baykuşa kafa tutmak arasında. Gözlerini kocaman açıp ayakkabılarımı önüme bırakan şımarık köpeğime yeniliyor gönlüm, boynunu eğip “peki” diyor dik başım. Alelacele küçük kurdeleler iliştiriyor kelebekler saçlarıma. Aynada göz ucuyla kendimi süzdükten sonra kapıya doğru yöneliyorum heyecanla. Sessizce dua etmeye başlıyor benimkiler, saat sabahın 2’si. Gökyüzü çoktan kesmiş ağlamayı, derin bir uykuya dalmış.
— Hayır, diyor baykuş. Bu tarafa, pencereden çıkmalıyız; buradan daha kestirme.
Sesi kararlı, uyuyorum dediğine; bir bildiği vardır herhalde. Atlıyorum pencereden korkusuzca, hızlı hızlı yürümeye başlıyorum. Ayaklarımın altında eziliyor, çığlık atıyor kahverengi yapraklar, ben duymuyorum. Kucağımda kocaman bir baykuş, parkın en sonundaki çınar ağacının yanındaki banka ulaşmak için hızlıca atılan adımlar, yorulmamak elde değil. Duraksıyor, soluklanıyorum, ileriden sesler geliyor tınılı. Yakınlaştıkça iki farklı kişinin sesinin birbirine karıştığını anlayabiliyorum, masal kadar güzel bir şarkı. Bu, bu benim çınar ağacımın sesi, şarkı söylüyor; diğeri de demek ki... Adımlarım hızlanıyor, kalp atışlarımla birlikte. Yürümüyorum, koşuyorum sanki; hatta koşmuyor uçuyorum ona doğru.
— Melinda, diyor o tanıdık güzel ses. Ağaç şarkıya daha da yüksek sesle devam ediyor. Baykuşu yere bırakıp, sarıyorum kollarımı boynunun etrafına. Çokbilmiş baykuşum havalanıyor, kanatları mutluluktan daha hafif.
02.11.06
~resim: michael whelan - pathend
iz

Özgür Rüya ile bir ortak çalışmaya daha imza atmış bulunmaktayız. Şu sıralar çok yoğun olduğu için kendisine süpriz yapıp yayınlıyorum.
Sadece sesini duymak için aramıştı onu. Uzun zaman olmuştu görüşmeyeli, uzun zaman olmuştu dalgalı denizin durulmasından bu yana. Denizi dalgalandırmak değildi amacı, sadece sesini duymaktı. Havadan sudan, şuradan buradan veya herhangi bir başka bir konu hakkında konuşmak istiyordu. Telefon konuşması bittiğinde kendisini mutlu hissetti. Onun sesini duymuştu ve denizi dalgalandırmadan bitivermişti konuşma. İki yabancı gibi desen değil, iki iyi arkadaş gibi desen değil, iki sevgili gibi desen değil; birbiri hakkında çok şey bilen iki insanın telefon konuşmasıydı.
Dışarı çıktığında onun olmadığı bir şehirde onu nasıl da gerçek biri gibi yaşattığının farkına vardı. Sokaklar, yollar, parklar ve daha bir sürü şeyde onun da olduğu bir iz vardı. Ya onunla kurulan bir hayalin başı geçmişti bu sokaklarda ya da ona kavuşmanın yakın olduğu heyecanlı anlar. Bir ara kendisini gördü sokakta. Onu hayal ederken yerden bir karış havada yürür bir şekilde ve şimdikinden üç-dört yaş küçük halde. Tebessüm etti kendisine. O zamanki kendisinin yerinde olmak ister miydi? Evet. Kendi hayaline sarılacağını bilse gider kendisine sarılırdı. Derin bir nefes çekip sıkıştığını hissettiği ciğerlerini rahatlatmaya çalıştı. Başını öne eğip yürümeye devam etti. Anılar kurdukları pusudan ateş etmeye çoktan başlamış, benliği ağır yaralanmıştı. Saldırıların ardı arkası kesilmiyor, gözünün önünden kahverengi uzun saçları, koyu yeşil gözleri gitmiyordu. Beni bırakma diyişi, ağlayarak babasından bahsedişi, açık denizler kadar geniş kalbi… Zayıf değildi asla, aksine kendisi pek inanmasa da karşısındakine ne kadar güçlü olduğunu hissettirirdi. Onu gördüğünüzde bilirsiniz, nerden olduğu önemli değil. Sadece bilirsiniz ki eninde sonunda sizi bir şekilde üzecek. Onu hep beklemek zorunda kalmıştı. Yemeğini bitirmesini, ağlamasını, gittiği şehirlerden dönmesini, karar vermesini beklemekle geçmişti neredeyse bir senesi. Şimdi her şey öyle uzakta kalıyordu ki, kilometrelerce uzakta.
Daldığı hayaller denizinden kafasını çıkarıp kendine geldi. Yaklaşık son on dakikadır vitrinde aynı saate odaklanıp bakmış olduğunu fark etti bir anda. Fark eden kimse var mı diye etrafa bakındıktan sonra tekrar yola koyuldu. Markete vardığında ne almak için evden çıktığını hatırlaması pek de kolay olmadı. Ufak bir tur attıktan sonra dolaptan reçel, peynir gibi kahvaltılıklarla bir de ekmek alıp kendini hızla dışarı attı. Ağır ağır tekrar evin yolunu tuttu. Onunla yaptıkları alışverişler tekrar aklına gelince bu kez sinirlendi. Uzak bir şehirde o umursamadan her şeyi unutmuş, kendine yeni bir hayat kurmuş yaşarken hala onu düşünüyor olmasını kendine, gururuna yediremedi. Zaten apartman kapısına varmıştı. Boşta bulunup zili çaldı. Evde onu bekleyen kimse olmadığı beynine bir yumruk gibi inerken poşetteki yumurtalara aldırmadan sinirle anahtarını bulmaya çalışıyordu. Eve geldiğinde mutsuz bir adamdı artık, mutsuz ve yalnız. Ceplerini boşaltırken cep telefonunu çıkarıp portmantoya koyduğunda kapalı olduğunu fark etti. Arandığı sırada şarjının bitip telefonunun kapandığını, tüm gururuna rağmen arayan kişinin o olduğunu ve şu anda hıçkırıklarına aldırmadan ağlamaya devam ettiğini nerden bilebilirdi ki.
~resim: wassily kandinsky - autumn in bavaria (1908)
bu akşam
Saçlarını okşuyor kimi adamlar sevgililerinin, usul usul bir şeyler anlatıyorlar bir yandan da. Anın tadını çıkarıyor yarı çıplak uykulu kadınlar, saçlarında kahverengi hayalleri.
Fransızca şarkılar mırıldanıyor kediler Cenevre’nin ara sokaklarında, ayakları birbirine dolanıyor yürürken. Biraz şarap biraz ekmek ve tasasız hayat tam da bu olsa gerek…
Vapurda ayakları ıslanıyor denizci gençlerin, isyan bayrakları çekiliyor başkentlerde, teröristler yağmalıyor, alkolikler dövüyor, kadınlar ağlıyor ve aftlar sızlıyor ana haber bültenlerinde.
Fütursuzca vücutlarını sergiliyor birkaç fahişe, gözleri alabildiğine küfür. Dokunabildiklerini yakıyor tenleri.
Hangi dili konuştuğunu bilemediğim bir adam çatalını dayıyor tabağına, bir yudum daha alıyor içeceğinden. Masa örtüsündeki şekillere takılıyor gözü, birbiri ardına daire çizen kazlar var kepekli ekmeğinin altında.
Sınav kâğıtlarına bir şeyler karalıyor öğrenciler soğuk bir sınav salonunda. Bir cümle daha sonra bir nokta, birkaç cümle ve birkaç nokta daha. Yazdıklarını tekrar tekrar okuyorlar, birbirlerine bakıyorlar ve susuyorlar.
Aldattığı kocasının ayakkabılarını cilalıyor bir kadın. Bir kuş cıvıltısı kadar neşeli mırıldanıyor türküsünü. Planlar kuruyor, hesaplar yapıyor, korkuyor, düşünüyor ama yine de bırakmıyor türküsünü dilinin ucundan.
Kapakları tıkırdıyor tencerelerin mutfaklarda, yemek kokuları saçılıyor pencerelerden aşağıya. Ayaklarını sürüyerek gelen kadının kaşığının ucunda tüm bildikleri, usul usul karıştırıyor yemeği. Derin bir nefes alıyor tencere, bir gün daha bitti.
Kurşunsuz denemeler satıyor yazarlar başka başka şehirlerde. Tombul yanaklı şiirleriyle sevişiyor bazıları tatil beldelerinde, kimisi de söyleyeceklerini cücelerine kaptırıyor hikâyelerinde.
Bizse açtık kollarımızı iki yana, gözyaşlarımızı kurutuyoruz tren yoluna bakan isli balkonlarımızda.