Ama gene de herkes sevdiğini öldürür,
Bu böylece biline,
Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar,
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,
Korkak, bir öpücükle,
Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür!
~ Oscar Wilde
Karanlık boş sokakta deli gibi koşan sensin. Baktığında sokak lambasının etrafında uçuşan sarhoş sinekleri gören gözler de senin. Pat pat asfaltı dövüyor ayakların, soluğun düzensiz, kan basıncın yükseliyor… Ciğerlerini mengeneyle sıkıştırdıklarına yemin bile edebilirsin. Biraz yavaşlıyorsun ama olmuyor, yetmiyor ki duruyorsun. Eğilip ellerinle dizlerini sıkıyorsun, başını kaldırdığında sokağın sonuna nerdeyse vardığını fark ediyorsun. Peki, şimdi ne yapacaksın, kafan karışık… Tam karşında bir dükkân var, bir terzi. Beyninin sol yarısı duruma müdahale ediyor, sola dönmelisin diye fısıldıyor kulağına. Daha karanlık göründüğü için ikna oluyorsun, yürüyerek sokağın sonundan sola dönüyorsun. Hem böylelikle hiç dikkat çekmemiş oluyorsun. Biraz ilerledikten sonra tekrar koşmaya başlıyorsun, bu kez daha ritmik. Deli gibi denemez hani...
Karanlık sokaklar, senin gibi durmadan koşuşturan bir hamamböceği için en uygun yer öyle değil mi? Yoksa sol göğsü sağ göğsünden nerdeyse bir beden büyük olan şu sürekli ıslak kadının pis kokulu bacak arası mı demeliydim? Kadınlar… Ah kadınlar seni saklamaya ne kadar da hevesli değil mi, tıpkı annen gibi… Koca kafalı, iri gövdeli çocuklardan kaçtığında saklandığın yerdi annenin mis kokulu eteğinin arkası. Zaman ne kadar da çabuk geçiyor, alnından süzülüp kadının alnına damlayan ter damlası gibi. Ama o bunu hissetmemişti, sense düşünmüştün. Âşıkken sevişmenin ne kadar güzel olduğunu hatırlamıştın, ilk âşık olduğun kızı hissetmiştin iliklerine kadar. Bembeyazdı teni, beyaz giyinince yürüyen bir bahar çiçeğine baktığına yemin bile edebilirdin. Rüzgârda uçuşan kestane renkli saçlarını bir ömür boyu izleyebilirdin. Yavaşlayıp tekrar durdun şimdi, boğazındaki o kocaman yumrudan kurtulmak istercesine tükürüyorsun. Kaldırımda oluşturduğun şaheserine bakıyorsun, yumru hala boğazında. Elinle telefon direğinden destek alıyorsun, sol elin dizinde. Başın eğik, pes etmekle devam etmek arasında kararsızsın. Soluk soluğasın, sesli sesli nefes alıp veriyorsun. Doğruldun arkandan gelen var mı diye ellerin belinde sokağın başını gözlüyorsun. Kimse yok, biraz rahatlıyorsun. Ama ciğerlerin seni rahat bırakmıyor, ağzından çıkmak istiyor lanet olasıcalar. Göğsünü yumruklayıp onlara patronun kim olduğunu hatırlatıyorsun. Daha fazla vakit kaybedemezsin. Bir gün daha yenilemezsin, bu kez ondan önce eve varmalı ve kapıları sıkı sıkıya kilitlemelisin. Bir başarısızlığa daha tahammülün yok artık. Hızlanarak yürümeye başlıyorsun. Tek katlı bir evin var, eski moda halıların, küflü yeşil koltukların ve ekşimiş peynir önderliğinde alt notalarında kadın ve ter kokulu bir yatağın. Çöp kokusu ise büyük ihtimalle mutfaktan geliyor, buzdolabını kokladıktan sonra hayatta kalan var mı acaba? Neredeyse orta çağdan kalma bir jant fabrikasında vardiyalı işçi olarak çalışıyorsun. Orta çağda traktör jantı üretiyor olmaları garip. Bu hafta gece vardiyasındaydın. Saat 04.18, servisten indiğinden beri koşuyorsun. Aslında servis gözden kaybolana kadar bekledin. Beyin yerine kafataslarının içinde küçük kırkayaklar beslediklerinden emin olduğun iş arkadaşların seni koşarken görsünler istemedin. Seninle aynı yerde inen kimse olmadığı için şanslısın. Şansın senden yanda olduğu tek konu bu olmalı. Bir sokak kaldı evine varmaya, arkandan kimsenin gelmediğine emin olmak için tekrar dönüp etrafı kolaçan ediyorsun. Henüz kimse yok, rahatlıyorsun. Son bir atak ve bu kez başaracaksın. Aniden hızlanıyorsun, pat pat ayak seslerin sokağı dolduruyor. Gece soğuktan titriyor, sonra da yorgunluluktan esniyor biraz. Uyanık son kişinin yani senin de yatmanı bekliyor derin bir uykuya dalmak için. Tamam diyorsun az kaldı, sabret varmak üzereyim. Aniden durmaya kalkışınca kırılması hiç de zor olmayan kapıya çarpacak gibi oluyorsun. Hatta biraz yaslanıyorsun ama neyse ki hiçbir şey olmuyor. Cebinden çıkardığın gibi deliğe sokup anahtarı çeviriyorsun. Aynı ilahi hızla içeri girip kapıyı kapıyorsun, kapıya içeriden sırtınla yükleniyorsun bir süre. Yere çömelmeden önce kapıyı içeriden kilitleyip, sürgüyü çekiyorsun. Biraz soluklanıp, banyoya doğru ilerliyorsun. Zaferinden neredeyse eminsin ama neyle karşılaşacağını bilememenin heyecanı çok olmasa da biraz titretiyor kalbini. Işığı açmak için elektrik düğmesine dokunuyorsun, ışık yanmıyor. Tekrar tekrar deniyorsun, yine olmuyor. Kafasız ampul yine patlamış olmalı, sinirleniyorsun biraz. Tek ayna banyoda ve zaferine şahit olmak için onu kullanmak zorundasın. El yordamıyla aynayı asılı olduğu çividen kurtarıyorsun. Karanlıkta, oturma odası diye nezaketen adlandırdığın odaya götürüp, kanepeye bırakıyorsun. Geri dönüp ışığı açıyorsun. Usulca kanepenin yanına yaklaşıyorsun. Kafanı eğip davetkâr bir kadın gibi boylu boyunca yatan pis aynaya bakıyorsun.
Kahretsin… Lanet olsun… Yine sen... Hep sen... Hep aynı sen... Aynı çizgiler, aynı burun aman tanrım yine aynı sönük gözler… Aynı dağınık dökülmeye başlamış saçlar... Aynı işte her şey aynı. Kahretsin... ve çeşitli kırkayak kafalı dostlarından öğrendiğin küfürleri sıralıyorsun... Yine kaçamadın işte kendinden, saçmalıyorsun... Bırak o aynayı yerine. Dinlemiyorsun, yere çarpıyorsun aynayı... ayna paramparça, sen... sen ömründe ilk defa hıçkıra hıçkıra ağlıyorsun…
~ 20.04.2008
~ resim: René Magritte - Not to Be Reproduced (La Reproduction Interdit), (1937)
1 personal jesus:
eve değil gecenin içine koşmak lazım
Yorum Gönder