Kumandayı aldım televizyonu kapattım. Biramın sonunu kafama diktim ve ayağa kalktım. Gidip sertçe elinden yakaladım, tek kelime etmeden çekerek yatak odasına götürürken diğer elimle de ışığı söndürdüm. Onu karanlıkta usulca çevirdim ve omuzlarından iterek yatağa oturttum, sonra da kucağına oturdum, yüzüm ona dönük. Saçıyla oynamaya başladım, her istediğim zaman bunu yapabilecek olmanın huzuru içinde. Ne tam kıvırcıktı saçları ne de dalgalı, ikisinin arasında garip iri dalgaları vardı. Onlarla oynadım, tek tek. Usul usul her kıvrımını olması gerektiği şekle getirip bıraktım. O hiç sesini çıkarmıyordu, benim saçma sapan ani çıkışlarıma, ruhumun belirsiz devinimlerine alışmıştı artık. Gregor Samsa’nın devinimi diye mırıldandım kendi kendime, neredeyse sessiz ama o duydu. Demek ki tüm dikkatini bana vermişti, kafasını kaldırıp yüzünü bana çevirdi. Kim bilir neler düşünüyorsun dedi. Pek çok şey dedim, pek çok şey.
Ne kadar güzel gözleri vardı. Bunu ona her bakışımda aklımdan geçiriyordum sanırım. Taze ve çocuksu bakışları vardı, kıvrılan uzun kirpikleri ve sonuna doğru ufak bir kavis yapıp birleşen göz kapakları. Çok seviyordum, her şeyiyle tamamen. Şimdi onun yerinde bir başkası olsaydı konuşur, dikkatimi, düşüncelerimi aptal sözcükleriyle darmadağın ederdi. Ama o dert etmezdi, konuşarak düşüncelerimi yönlendirmeyi aklından geçirmezdi ya da bir sonraki hamlem için acele etmezdi. Karanlıkta sessizce bekler, kafamın içinde şu sıralar fazla mesai yapan saatin tiktaklarını dinlerdi.
Saçlarıyla ilgili ritüelimi tamamladıktan sonra gözlerinin içine baktım ve konuşmaya başladım. Ağzımdan birer birer dökülen kelimelerin usulca yatağa, odaya, yere dağılışını seyrettim bir süre. Kelimelerle ilgili bir sorunum var, belki de bir çeşit saplantı. Harfleri, sözleri istemim dışında görselleştiriyorum, hatta belki bazen kişileştiriyorum. Çocukken de böyleydi bu, aynı kelimeyi defalarca söylerdim ta ki kendisine atfedilen tüm anlamlardan bağımsız kalıp kendi çıplak kilden bünyesine dönene dek. Sonra onunla oynardım, yeniden şekil verir yeniden severdim. Kelimelerle aramda hep anlamsız bir bağ oldu bu yüzden. İşte yine sırf bu yüzden ağzımdan dökülen kelimeleri görebiliyordum, dizili halde ağzımdan çıkan sonra saçılıp dökülen mavi cümleler, kelimeler. Konuşurken ona bakmıyordum, kelimelere bakıyordum hayretle. Karanlık odaya pencereden vuran beyaz ay ışığı ve etrafa saçılmış harflerin parlak mavi ışıkları. O gece ona tam olarak neler söyledim, pek hatırlamıyorum. Aradan zaman geçtikten sonra kendime geldim ve konuşmaya bu kez ne dediğimi bilerek devam ettim. Çok iyi hatırlıyorum, bu zihnimin tamamen açıldığını hissettiğim büyülü anın ortasında ona dönüp şöyle dedim.
“Sana neondan mavi kentler inşa edebilirim ya da patikalar; dağlardan küçük ırmaklarla köylere açılan. Peçesiz kadınlar, pencereler ve hatta tüm yaşadıklarını yeniden canlandırabilirim. Seni yeni baştan yaratabilirim, parlak, mavi ama bir o kadar da inanılmaz. Yeter ki bana inan.”
Sonra durdum, söylediklerimi ikimizin de sindirebilmesi için zaman gerekiyordu. Zaman, peh… onun yardımı olmadan birbirimizi anlayamıyor, bir bardak kahve içemiyor, çıktığımız balkon demirlerinden aşağıya atlayamıyorduk. Hem ilerlemesinden hem de durmasından korkuyorduk. Aslında ben zamana inanmıyordum, zaman da bana inanmıyordu. Ben yalnızca kızarmış patatese, uzaylıların gerçekten var olduğuna, zaman makinesine ve insanlara inanıyordum. İnsanlara yalnızca inanmakla kalmıyor aynı zamanda onları içimden gelen kaynağı belirsiz bir sevgiyle seviyordum. Sartre’ın biz hümanistlerden nefret ettiği kadar varız dedim kendi kendime. Başıma bunun yüzünden neler gelmişti ve ben hala utanmadan insanları sevdiğimi söylüyordum. Bu neredeyse saflık…
Ben ay ışığı altında dallanıp budaklanan düşüncelerime dalmış, neredeyse umutsuzluğa kapılmışken saçlarımı avuçlarının içine aldı ve şöyle dedi.
“O güzel kafanın içinden neler geçiyor tam anlayamıyorum ama bil ki yalnızca sana inanıyorum. Ne tanrıya ne evrime ne de uzaylılara. Bunu söylerken gülümsemişti, çukurlaşan yanakları ve kırışan alnıyla. Yalnızca sen… tamam mı?
Hey dedim, ama uzaylılar gerçekten var.
Tatlı tatlı gülümsedi. Sonra onu öpücüklere boğdum ve yine omuzlarından iterek devirdim. Ona kendimi hiç bu kadar yakın hissetmemiştim, aynı anda hem yakın hem de uzak. Yuvarlak bir dünyada mesafe ne taraftan baktığınıza bağlı olarak değişir.
Bir bakarsınız aslında en yakınınızdaki size en uzak olan kişidir.
Yakın
Uzak
Yakın
…
4 personal jesus:
oha ama çok iyi.
eheh.. nadas işe yaramış demek ki ;)
eksensiz geri döndü diyor susuyorum.
vallahi ben de anlamadım. bir baktım yazıyorum :)
Yorum Gönder