kitap eleştirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap eleştirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

kağnı ses esirler

Aslında George Orwell’in inanılmaz bir hayal gücüyle yarattığı eseri “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”den mi bahsetsem diye tereddütte kaldım ama onu başka bir yazıya saklamaya karar verdim. O yüzden şimdi yazının ilerleyen bölümlerinde bahsedeceğim durumumu da anlayışla karşılamanız için öncelikle okumakta olduğum “Kağnı Ses Esirler” ve yazarından bahsetmek istiyorum.


Aslına bakarsanız Sabahattin Ali hakkında söyleyecek fazla bir şeyim yok, çok duru bir anlatımla çok çarpıcı kısa öyküler yazmış bir yazarımız kendisi. Okuduğum bu kitabında 18 kısa öyküsü bir de oyunu bulunmakta. Gerek olayları ele alışı gerek kimsenin görmediğini görüşü bakımından kesinlikle Türk yazarlarımız arasından açık farkla sıyrıldığına inanıyorum. Şahsen Sabahattin Ali gibi Edgar Allan Poe’yu ve onun kısa karamsar öykülerini de çok severim. Ne var ki Poe da Ali de yaklaşık aynı yaşlarda, belki de en verimli olacakları dönemlerde kaybedilmiştir. Her ne kadar birbirinden farklı üsluplarla farklı şeylerden bahsediyor da olsalar kısa yaşamlarına sığdırdıkları kısacık öyküleriyle sizi sarsacak, karanlık karamsar yönünüzü dikkatle okşayarak sizi yeni çıkmazların ortasında aniden yalnız bırakacaklardır. Kısa, zekice kurgulanmış öyküleri seviyorsanız her iki yazar da tam size göre olabilir. Yalnız Poe’nun alaycılığı biraz daha soğuk ve yapay gelebilir, baştan uyarayım.


Sabahattin Ali iyi güzel hoş da kişisel sıkıntılarımın, endişelerimin ve haklı korkularımın çok ağır bastığı, çok zorlandığım, sabrımın sonuna geldiğim şu dönemde okuyacak başka kitap mı bulamadın be Hande demekten kendimi alamıyorum. Her şey beni sıkmak, sıkıntıma bir yenisini eklemek için var sanki. 


Hava da zaten bir acayip; açıyor seviniyorum, kapıyor üzülüyorum, sonra tekrar açıyor ben seviniyorum sonra o tekrar kapıyor of… Aptal oldum sayesinde. Kitaplığıma bakıyorum, of ayrı rezalet. Dizili kitapların isimlerinden bazıları şöyle; Aşk ve Gurur, Dorian Gray’in Portresi, Ezilenler, Sefiller, Edebiyatta Ölüm ve İntihar… Buradan sonrasını okumaya içim el vermiyor, sıkıntılar basıyor, koşarak kaçmak geliyor içimden. Film alayım diye listeme bakıyorum en başta Donnie Darko var ardından Trainspotting ardında da Schindler’s List… Yok o da olacak gibi değil. Eskişehir Film Festivali oluyor bu hafta; onu da iple çekiyordum ama filmlerin isimlerine baktım konularını okudum, gitmekten vazgeçtim. Bu kadar ağır ve sıkıntılı şeyleri kaldırabilecek durumda değilim. Zaten geçen yılki festivalde de 4 Ay 3 Hafta 2 Gün’ü izlerken ne kadar gerildiğimi unutamıyorum.  İtalya’da yüksek lisans araştırıyorum, başvuru tarihlerini henüz kaçırmamışım ama ücretleri görünce anlıyorum ki olacak gibi değil. Msn’i açsam bir kişi online değil, televizyonu açsam her kanalda Mardin’deki katliam haberleri var, gazete okusam 2010’a kadar iş bulmak imkansız manşetleri var.


Diyorum ki en iyisi bakkaldan alayım iki paket jilet, jiletleyeyim kendimi… Batsın bu dünya diye haykırayım arada sırada, olsun bitsin. Hem işsizlik istatistiklerinden de düşeriz bir kişi, vallahi rahatlarız birazcık.


İşte bu sebeplerden dolayı yardımlarınızı bekliyorum pek kıymetli okuyucularım; şöyle ki karamsar olmayan, sıkmayan, mümkünse kimsenin ölmediği, hastalanmadığı kitap ve film tavsiyeleri yapmanızı rica ediyorum, hatta müzik de olur neden olmasın.


Önerilerinizi bekliyorum;


Yaşasın KAOS.

mavi sakal

Aslına bakarsanız başlığın ne olacağı konusunda çok kararsız kaldım ama fazla spekülasyon yaratmamak ya da kendimi bir provokatör vb. biri gibi göstermemek adına diğer kitap yorumlarımda da kullandığım kitap ismi başlığımdan vazgeçmiyorum. Ki zaten burasını bir kültür sanat blogu olarak adlandırdıysam farklı kültürleri göz ardı etmek ya da onları incitmek benim yapmak isteyeceğim en son iş olmalıdır.


Mavi Sakal bir otobiyografidir, hayali bir kahramanın otobiyografisidir. Kahramanımızsa bir Ermeni ressam olan Rabo Karabekian’dır. Annesi de babası da Türkiye’de farklı köylerde yaşayan Ermeni ailelerin çocuklarındandır. Yazarın “Ermeni Soykırımı” olarak tanımladığı olaylardan köylerinden tek kurtulan insanlar olmuşlar ve yine “Türklerden” kaçarken bir sınır kapısında karşılaşarak yolculuklarının kalan kısmını birlikte devam ettirmişlerdir. Yolculukları Amerika’da son bulur ve oraya yerleşirler. Babası kunduracılık yaparak geçimini sağlamaktadır ve Rabo’da orada dünyaya gelir. Rabo aslında kendi hikayesini anlatırken bir yandan da kitabı yazdığı zaman hakkında da bilgi vermektedir. Hayatına giren bir yazar, intihar eden arkadaşları, hizmetçileri ve yazar dostu da günümüze dönüşlerle anlatılmaktadır. Kendi başarısızlıklarını, gerek bir baba bir eş olarak, gerekse bir ressam olarak çok içten ve kabullenici bir tavırla okuyucusuna gizlemeden aktarmaktadır. Rabo, tek gözlü ihtiyarımız, ve onun soyut dışavurumcu ressam dostlarıyla garip ilişkileri, kendisi gibi Ermeni ressam Dan Gregory’nin yanında yaşadığı tecrübeler, bir gün aniden hayatına giren çılgın bayan yazar kitabı renkli ve kısmen okunmaya değer kılıyor.


Kitabı okuduktan sonra soyut dışavurumcu resimler ve ressamlar hakkında biraz araştırma yaptım. Kitapta da adı geçen ressam Jackson Pollock’un resimlerine biraz göz attım. Açıkçası soyut dışavurumcuların dilinden anlamak oldukça güç. Pollock resimlerini yaparken fırça kullanmak yerine akıtmak, damlatmak gibi teknikler kullanıyormuş. İlginizi çekiyorsa, fathom five ve she wolf resimlerine linklere tıklayarak erişebilirsiniz.


Kitabın ilk 170 sayfasını 20 günde, kalan 100 sayfasını da bir akşamda okuyup bitirdim ki o akşam 23 Nisan akşamıdır. Ertesi gün Obama’nın çeşitli açıklamalar yapacağından habersizdim ve bütün bunların üst üste denk geliyor olması da benim açımdan oldukça tesadüfî oldu. Kitabı neden bu kadar dengesiz bir şekilde okuduğuma gelirsek, bir Türk olarak Türklerden nefret eden hayali bir Ermeni ressamın hatıraları ve aynı zamanda güncesinden oluşan bu kitabı okumak çok kolay olmadı tabi. Bir süre etrafta kitabım Türk düşmanı çıktı diye gezdim ama yine de sağduyumu bir tarafa bırakıp oldukça objektif bir biçimde kitabı okumaya çalıştım. Buraya kitaptan bazı dikkat çekici cümleleri hiçbir yorumda bulunmadan aktarmak istiyorum. Alıntıladığım kitap 2003 yılında Dost Yayınevi tarafından basılmıştır.


“Aralarında kan bağı olan akrabalarını, Türk İmparatorluğu’nun yaklaşık bir milyon Ermeni vatandaşına karşı gerçekleştirdiği bir soykırımda yitirdiler.” Sayfa 14


“Böylesine iddialı projelerin beraberinde getirdiği sorunlar tam anlamıyla endüstriyeldir: O kadar çok sayıda, büyük ve becerikli hayvanı ucuz ve hızlı biçimde öldürmenin, kimsenin kaçmadığına emin olmanın ve sonrasında oluşan et ve kemik dağlarını imha etmenin yolları aranır. Bu konuda dünyaya önayak olan Türklerinse ne işi büyütme kabiliyetleri, ne de bu iş için gereken özel makineleri vardı. Almanlar bundan sadece çeyrek yüzyıl sonra, her ikisini de mükemmelen sergileyeceklerdi. Oysa Türkler, bulabildikleri tüm Ermenileri evlerinden, işlerinden, teneffüslerinden, oyunlarından, ibadetlerinden, eğitimlerinden ya da neredeyseler oralardan alıp kırsal bölgelere sürüverdiler, onları yiyecekten, sudan ve barınaktan mahrum bıraktılar, onları vurup ezdiler ve hepsi de ölmüş görünene dek buna devam ettiler. Sonrasında oluşan pisliği temizlemek ise, köpeklere, akbabalara, kemirgenlere ve nihayet solucanlara kaldı.” Sayfa 15


“Babam nihayet sorumu şöyle cevaplandırmıştı: ”Türklerden tek istediğim, biz gittikten sonra ülkelerinin daha bile çirkin ve tatsız tuzsuz bir yer haline geldiğini kabul etmeleri.” Sayfa 45


Düşünün ki yabancı bir milletin gençlerinden birisiniz ve “Mezbaha No:5”, “Şampiyonların Kahvaltısı” gibi tanınmış ve önemli eserlerin tüm dünyaca hümanist olarak kabul edilen yazarının bahsi geçen kitabını okuyorsunuz. Ben olsam kesinlikle yazara inanırdım ve bunu araştırma gereği bile duymazdım. Çocuklarıma bunu böyle anlatırdım ve gönül rahatlığıyla olayları “soykırım” olarak kabul edeceğini vaat eden Obama’ya oyumu verirdim.


Benim bu konudaki hassasiyetim ortaokul yıllarıma dayanır. Şu sıkıcı dönem ödevlerimi hep başarısız olduğum tarihten almaya gayret ederdim ve konularımdan birisi “Doğu Cephesi ve Ermeni Sorunu” idi. Çok özenli ve geniş çapta yaptığım araştırmanın sonucu bende; rüyalarıma giren Ermeniler tarafından öldürülmüş Türklerin kemikleri ve sonsuza dek üzerimden atamayacağım bir hassasiyet olarak kaldı. Ve bununla hatırlatmak isterim ki faşist forward mailler tarafından zorla iteklenmiş bir holiganizm ya da facebook’ta kurulmuş bir iki grubun açıklamalarını okuyup etkilenerek yazılmış bir yazı değildir bu. Tıpkı Vonnegut’un kitabında fikirlerini ve inandığı şeyleri belirttiği gibi, ben de onun bu konuyu açmış olması vesilesiyle görüşlerimi belirtiyorum.


Benim şimdi burada şöyle olmuştur böyle olmuştur, aslında olanlar yansıtıldığı gibi değil falan dememin, bir takım tarihi olayları açıklamaya çalışmamın bir anlamı yok çünkü ben ne bir tarihçiyim ne de bu iş bana düşer. Ama yine de Tehcir Kanunu’yla Ermenileri imha etme amacı güdüldüğüne ve bunun da gerçekleştirildiğine kesinlikle inanmadığımı belirtmek istiyorum. Eğer inanıyorsanız da sizi google’da yapacağınız küçük bir araştırmaya davet ediyorum. Aranacak kelimeler olarak “Ermeni Sorunu” ve “Hovannes Katchaznouni” ve unutulmaması gereken bir ek bilgi olarak “sezar salatası”nı deneyebilirsiniz.


Kitaba geri dönüp bir şeyler daha eklemek istiyorum. Ekşisözlükte Mavi Sakal hakkında yazılmış tüm yazılara baktım ve benim burada bahsettiğim tarzda bir yorum ya da Kurt Vonnegut’un Türklere karşı tutumunu anlatan bir yazı bulamadım, aslına bakarsanız bir iki kişi dışında kimse bunun bir kitap olduğundan bile bahsetmemiş. Bahsedenler de Kurt Vonnegut’un bir kitabıdır demekle yetinmiş. Wikipedia’da ise benim yazdığım gibi dikkat çeken cümlelere yer verilmiş.


Son olarak, açık görüşlü bir insansanız, sizinle aynı fikirde olmayan insanlar sizi rahatsız etmiyorsa (ya da bilemiyorum belki aynı fikirdesinizdir) ve otobiyografilerden hoşlanıyorsanız bu kitap size göre olabilir.


Rönesans.

zorba

Okuduğum en hayat dolu, en insan canlısı romanlardan biridir “Zorba”. Artık Yunanistan’ın sıcak havasından mıdır, Ege’nin tuzlu sularından mıdır yoksa ikisinden de nasibini almış sevimli insanlarından mıdır bilmem. Zaten gördüğünüz üzere deniz, sahil, sıcak hava, sıcak insanlar tutkum yer yer blogumda kendini belli etmekte.


Bu romanın kahramanı ise hepimizin bir yerlerden bir şekilde duymuş olduğuna inandığım “Aleksi Zorba”. Zorba anlatıcının bir dostu olarak karşımıza çıkıyor, geç tanıdığına inandığı bir dostu. Birlikte kömür madenlerinde çalışırken Zorba’nın geçmişini, bugününü, sevaplarını, günahlarını dinliyoruz. Kendisi okul okumamış bir filozoftur aslında, bütün gün kitaplarından başını kaldırmayan anlatıcıya görmüş geçirmiş olmanın verdiği birikimle anılarını, ikilemlerini, inanç ve umut dahilinde sorgulamalarını anlatmaktadır. Anlatıcımızsa çoğu sorusuna cevap veremez ya da Zorba’nın söylediklerini sindirebilmesi için çaba sarf etmesi gerekmektedir. Zorba anlatır da anlatır, anlatamadığında, sözler yetmediğinde raks ederek anlatır. O da olmazsa pek sevdiği santurunu konuşturur.


Zorba benim kafamda tam olarak ağaç çağrışımı yapıyor, toprağa sımsıkı tutunmuş yüzünü güneşe dönmüş, iri gövdeli yaşlı ama hala yemyeşil bir ağaç. Zorba gücünü hayatın ta kendisinden alır, topraktan, güneşten, müzikten, kadınlardan… Çok ülkeler görmüş, pek çok farklı işte çalışmış, hayatından pek çok kadın geçmiştir. Kadınlara düpedüz acımaktadır aslında. Onların kırılganlığına, fiziksel güçsüzlüğüne, ağlamalarına, hatta yalanlarına bile içi acımaktadır. Onları mutlu edebilmek için kendince elinden geleni yapmaktadır. Hatta kendi sözlerine kulak verirsek;


“İnce camdan bir vazodur kadın. Büyük dikkat ister, patron.”


Nikos Kazancakis’in bu romanında dili sade, anlaşılabilir ve sürükleyicidir. Betimlemeleriyle Zorba’yla birlikte ülke ülke gezecek, hayat hakkındaki çıkarımlarını okuyup sendeleyecek, kim bilir belki de hem kadınlara hem de hayata daha farklı, daha canlı bakmayı başarabilecek türden bir insan olacaksınız.


Filmi de vardı sanki dediğinizi tahmin ediyorum. Evet, 1964 yapımı “Zorba, the Greek” adında bir filmi var. 1965’te 7 dalda Oscar’a aday gösterilip 3’ünü almıştır. Zorba’yı Anthony Quinn canlandırmaktadır. Duyduğuma göre hoş bir filmmiş. Zorba olarak afişteki Anthony Quinn’den daha yaşlı daha zayıf birisini canlandırmıştım gözümde ben ama. Sanırım ister istemez daha çok kendi dedeme benzeyen birisi belirmiş kafamda.


Son olarak, bu yazıya biraz kum, biraz güneş, biraz da Ouzo serpiştirebilmek amacıyla konuya uygun Zorba müziğimi de ekliyorum.


nükleer başlık

“Gerçekten delirmeyi isterdim.” P.K.Dick




“Ragle Gumm dünyadaki en önemli kişiydi ve bunu öğrenmesine asla izin veremezlerdi.”


cümlesiyle başlayan Çığrından Çıkmış Zaman, okuyucularına bir bilim kurgu romanı için yeteri kadar kurgu ve olay örgüsü sunuyor. İlk cümleden de anlaşıldığı üzere kahramanımız, ta kendisi “Ragle Gumm”. Ragle Gumm’ın hayatını okuyarak onun neden dünyanın en önemli adamı olduğunu anlamaya çalışıyoruz. 


Başlangıçta pek de öyle bir bilim kurgu romanı karakteri gibi bir hayat yaşamıyor kendisi. Sadece karakterlerin bilinçaltı oyunları ve bazı ayrıntılar yaşadıkları dünya hakkında bize birkaç ipucu sunuyor. Yine de kitabın sonu tahmin edilemeyecek, bu aklıma hiç gelmemişti dedirtecek bir son değil. Oldukça tahmin edilebilir bir son yazmayı tercih etmiş yazarımız. Anlatım olarak bakarsak, kolay ve akıcı bir anlatımla karşılaşıyoruz. Zaten ağır ve uzun cümlelerle kişilerin dünyalarına psikolojik yaklaşımlarda bulunan bir bilim kurgu romanı yazmak oldukça saçma olurdu. Şahsen bilim kurgu romanlarıyla aram pek iyi değil. Alışık olmayınca Tolkien okumak zor geliyor, aklınızda tutamıyorsunuz hiçbir şeyi ve neredeyse her şey çok saçma geliyor. Çığrından Çıkmış Zaman herkesin severek okuyabileceği bir bilim kurgu romanı, daha çok bir Hollywood filmini andırıyor. Zaten bu kitabın da esin kaynağı olduğu bir film var ama ne olduğunu söylemeyeceğim çünkü zaten yeterince tahmin edilebilir bir kitap. Bir de esinlenilen filmi izlediyseniz, gerçekten kitabı okumanıza hiç gerek kalmaz. 


Son olarak kitabın çok beğendiğim boyutlarına ve kapak tasarımına değinmek istiyorum. 6 45 yayınları bu konuda hep çok takdir ettiğim, çok beğendiğim bir yayınevidir. Kitabın boyutları öyle güzel ki, benim cüzdanım kadar. Çantaya ve hatta biraz büyükçe ise cebe bile sığıyor. Her ikisi de ben ve erkek arkadaşım tarafından test edilip onaylanmıştır. Ama fiyatını gördüm ki oldukça pahalıymış(28.90 TL). Ben okuduğum kitapları kütüphaneden alıyorum, o yüzden verdiğim paraya değmedi gibi sorunlarım olmuyor. Yine de ben uyarayım; okuduğunuza pişman olmazsınız ama verdiğiniz paraya pişman olabilirsiniz.


Altıkırkbeş demişken, sitelerine girmememiz için uyaran, açmamak için direnen Google ekibine buradan teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Her ne kadar onları dinlemeyip “ya altıkırkbeş bir şey olmaz ya” diyip girdiysem de çevik virüs programımın trojanları yakalamasıyla sorun çıkmadan siteden kaçmayı başarabilmiş bulunmaktayım. Demedi demeyin sonra…


Bilim kurgu romanlardan bahsetmişken en sevdiğim kitap diyince aklıma gelen ve bilim kurgu tarzında yazılmış olan bu kitaptan bahsetmeden geçemedim. Isaac Asimov’un “Sonsuzluğun Sonu” isimli kitabıdır kendisi. Hatta gözde kitaplar kısmını doldururken de aklıma ilk o geldiği için yine onu en başa yazmıştım. Neden bu kadar beğendiğime gelince, konusunu oldukça farklı ve çok güzel buldum. Kitabın inanılmaz karışık bir kurgusu var ve Asimov’unki kadar geniş bir hayal gücüne sahip olmayan kimse böyle bir kurgunun altından hatasız kalkamazdı. Gerçekten çok zekice yazılmış bir kitap bana göre. Sonunda netlik kazanmayan, bu niye böyle olmuştu o zaman dedirten hiçbir şey kalmıyor. Asimov kitaba zekâsı ve üstün hayal gücüyle son noktayı koyuyor ve ağzınız açık kalıyor. Bu adamın kafası farklı çalışıyor dediğim çok nadir insanlardan biri oldu Asimov. Aslında Asimov’la ilk tanışmam en az benimkiler kadar kısa bir öyküsüyle oldu. Bu linkten indirip okuyabilirsiniz. Sonsuzluğun Sonu’na hiç benzemiyor ama ben bunu da çok zekice bulmuştum. Son sözüm; beni dinleyin, okuyun şu kitabı. Beğenmezseniz suratıma fırlatırsınız, ben de sevinir havada kaparım. Arkadaşımdan alıp okumuştum çünkü bende de yok :)


Son olarak yan tarafta uzunca bir sürede gördüğümüz okumaktayım kitabı Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde’nin yazarı Marcel Proust’a birkaç lafım olacak.


Sayın Proust, sizi Türk entellerine emanet ediyorum. Gerçekten çok çabaladım ama o kadar çok virgüllü cümleleri okurken ömrümden ömür gidiyor. Hiç ömür törpüleyecek havamda değilim, kusura bakmayın üzülerek kitabınızı yarıda bırakıyorum. Belki pipo kullandığım, entel pantolon askılarım ve topuzum olduğu bir gün kitabınızı yeniden okurum. Ve o zaman belki derim ki “ azizim, bu bağlamda ben bu kitapta yıllardır aradığım tadı buldum.” O zamana dek, elveda.


Ziyade olsun.


not: başlık konuyla feci alakalı.

saatler

Bu kitap eleştirisi işi hoşuma gittiği için aynı hızda son zamanlarda okuduğum kitaplar hakkında yorumlarımı paylaşmaya devam ediyorum.


Bu sefer elimize eleştirmen edası ile alıp, ağzımızı biraz yamultarak ”hmm”  dediğimiz kitabımızın ismi Saatler ve yazarı ise Michael Cunningham.


Roman iç içe ilişkileri ve benzerlikleriyle üç kadının hayatından kesitleri bizimle paylaşmakta: ilki Virginia Woolf, ikincisi Virginia Woolf’un yazdığı aynı isimli romanından Bayan Dalloway ve diğeri ise bu romanı okumakta olan Bayan Brown.


Bu romanda Virginia Woolf’un yaratıcı kişiliğine, eşi ve kardeşiyle olan ilişkilerine, intihara doğru yol alan yaratıcı bir beynin çelişkilerine, arzularına tanıklık ediyoruz. Öte yandan yazmakta olduğu Bayan Dolloway’de ise eşcinsellik ve arkadaş ilişkileri sımsıkı bağlarla örülürken, Bayan Brown’un Virgina Woolf’un hayatına paralel giden hayatı, düşünceleri ve yaptıkları bayanların hayatlarının kesişmesiyle sonlanıyor. Aslında bana göre bunun çok zoraki bir kesişme olduğunu söyleyebilirim, olmasa da ne kitap değerinden bir şey kaybederdi ne de okuyucu bunun eksikliğini hissederdi. Zaten birbirine dolanmış bu hayatları kesişmeye zorlamanın bana göre pek bir anlamı yok. Onun dışında anlatımı gerçekten çok başarılı buldum, sürükleyici bir roman. Arka kapakta yer alan yazarın kadınların iç dünyasına bu denli başarılı bir şekilde inmesiyle ilgili yapılan yorumun hakkını gerçekten vermiş yazar. Yağmurlu bir İstanbul gününde bir cafede, tek başınıza okumak için düşüncelere dalıp dalıp çıkamayacağınız bir kitap arıyorsanız, tam size göre bir seçim olduğunu söyleyebilirim.


Ve bununla da bitmiyor. Bu romanın aynı zamanda sinemaya uyarlaması olan “The Hours” filmi, Virginia Woolf’u canlandıran Nicole Kidman’a 2003 yılında en iyi kadın oyuncu Oscar’ını getiriyor. Ve benim gibi bir ayrıntı insanı için yakalanabilecek en güzel ayrıntı da filmde Bayan Dalloway’i canlandıran Meryl Streep’in kendisinin romanda sokakta yine Bayan Dalloway tarafından görülmüş ve bir meleğe benzetilmiş olmasıdır. Sanırım kulağa biraz karışık geliyor ama kitabı okuduğunuzda ya da filmi izlediğinizde ne demek istediğim anlaşılacaktır. Ben de henüz filmini izlemedim çünkü kitaptan uyarlama filmlere karşı biraz önyargılıyım sanırım. Bunun sebebi de benim hayal gücümün yarattığı karakterleri gerçekten sahnede görmek olsa gerek, biraz da kötü ve eksik uyarlama korkusu da yok değil.


Yanda okumaktayım bölümünde gördüğünüz romanları bitirdikten sonra sırayla yorumlarımı, tavsiyelerimi paylaşmaya devam edeceğim.


arjantin

küçük şeylerin tanrısı

Size az önce okumayı bitirdiğim romandan bahsetmek istiyorum. Duygularımla oynayan, beni bambaşka bir dünyanın içine sokan, aynı anda hem gülümseten hem de ağlatan romanımdan.


Roman Hindistan’da, Ayemenem’de geçiyor. Konu genel olarak kast sisteminin acımasız yargıları arasında sıkışıp kalmış bir dokunulabilir ailenin en küçük üyeleri olan ikiz kardeşler, Estha ve Rahel üzerinde dönüyor. Arka kapağındaki anlatımdan anneleri Ammu’nun aşk hikâyesinin ana konu olduğu gibi bir sonuç çıkarılsa da onun vurucu hikâyesi öz olarak kitabın son bölümüne saklanmış. 


Yazar; anlatımıyla, benzetmeleri ve şaşılacak bağlantılarıyla kesinlikle bir girdap gibi sizi romanın içine çekiyor. 


Kitapta aynı zamanda “zaman” kavramına çok farklı bir bakış açısı getirilmiş. Bölümler sanki sırayla yazılmış ama daha sonra sıra bozularak farklı bir bütünlük yaratılmış hissi veriyor.


Bitirdiğinizde artık hayatınızda pek çok şeyin değişmiş olduğunu hissediyorsunuz ve bu sizi hiç korkutmuyor.


Ben böylesine etkilenince objektif bir yorum yapmakta zorlanıyorum ama zaten tavsiyemin sebebi de bu kitabın kesinlikle beni derinden etkilemiş olmasıdır. Bir gün ben de bu kadar etkileyici bir roman yazabilirim diye umut ediyorum.


Son olarak kitap konusundan bağımsız bir şeyler eklemek istiyorum. Biraz yazılarımı geciktirdiğimin farkındayım ama ben –başkalarını bilmem ama- oturayım da bir öykü yazayım diyerek bir şeyler yazamıyorum. Bazen oluyor ancak o, içimden bir şeyler yazmak geliyor. Belirli bir doluluk seviyesine ulaşıyorum ve sonra taşanlar hikâyeyi oluşturuyor. Şu aralar da sanırım oyun oynadığım için çok fazla o seviyeye ulaşamıyorum. Gözümün önünde tanklar var çünkü sürekli. Kısacası, ihmal ettiğimi sanmayınız lütfen. Benim hep aklımda yeni bir şeyler yazmak.


 

Yeni bir hikâyeyle görüşmek dileğiyle;

arjantin