untitled

çıplak omzumdan dökülüp yerde defalarca seken boncukların sesini dinliyorum bir süre.
tam 47 tane. 3-4 tanesi kırmızı, çoğu kahve.

çıplak ayaklarımla gıcırdayan parkelerde yol alıyorum bir süre. içimde aldığım yolların yorgunluğu üstümde.
ay ışığı incecik kesiyor. boncuklar daha ileri gitmeme izin vermiyor.

bunun yeri kesinlikle burası

ölelim



tut elimi edith

bir yerlerden düşüyorum.
bir şeyler üstüme yıkılıyor.
görmüyorum duymuyorum, sadece eziliyorum.
hissedemiyorum.


alkol, sigara ve hiçbir şey

dünyanın en sıkıcı yazısı

16:07
Telefonu çalıyor. Gözlerini kocaman açıp, arıyor diyor; doğruluyor. Çakmağı gösterip oynama diyor, sesi gidiyor. Gülümsüyor bebek gibi, limonatamı hatırlıyorum.
16:14
Beti hala telefonla konuşuyor. Çakmağı bıraktığım yerden alıyorum, endişeyle bana bakıyor. Merak etme diyorum. Uzaklaşıp sigaramı yakıyorum. Geri dönüp yanına, yere hırkasının üzerine oturuyorum. Konuşurken sakin davranmaya çalışıyor, sesini, sinirlerini kontrol ediyor düzenli olarak. Biraz onu dinliyorum, biraz sigaramın yanışını izliyorum. Küçüklüğümden beri yanan şeyleri izlemeyi seviyorum, ateşten gözümü alamıyorum. Savrulan dumanlar, tutuşan tütün ve bütün o bok püsür.
16:19
Beti’nin sesi titriyor. Ağlayacak galiba diyorum, giderek daha fazla geriliyor. Sigaramdan biraz daha duman çekip, birazını ciğerlerime kalanını açık havaya bırakıyorum. Düşünmeye çalışıyorum ama aklıma hiçbir şey gelmiyor.
16:22
Sıkılıp çimlere uzanıyorum. Beti hala telefonda. Artık kulak kabartmaktan vazgeçiyorum. Tepemdeki ağaçlara, bulutlara odaklanıyorum. Aslında o kadar da kötü değil diyorum. Dertsiz sallanıyor yapraklar, arkamda tam sırtımda dünya annenin -aslında İngilizcesinin- görkemini hissediyorum. Toprağa yakın olmak, iyi geliyor sanırım diyorum, aslında gerçekten ait olduğumuz tek yere.
16:27
Beti bu sefer gerçekten ağlıyor. Mendilini çıkarıyor, böyle söylemeni istemiyorum diyor telefondakine. Telefonu yutturmak istiyorum o anda söylemesi gereken şeyi bilemeyene. Dinlememeye çalışıp, yan çeviriyorum kafamı. İnsanlar çimenler yerden kıvrılarak yükselen ağaçlar karıncalar gezdirilen köpekler, gözlerim hepsine sırayla takılıyor. Burada olmak güzel diyorum kendi kendime, hepsi geride kaldı. Bütün olanlar.
16:34
Beti hala telefonda, usul usul derdini anlatmaya devam ediyor. Arada bir sertçe çıkışıyor, arada bir özür diliyor. Ağaç olmalıydım diyorum kendi kendime, olabileceğim en yüce şey sanırım bu olurdu. Sonra Kafka usulca; kara saplanmış yararsız bir ağaç kabuğu olmak gerek aslında diye fısıldıyor kulağıma. Gregor kolumda yürüyor, incitmeden bir fiskeyle çimenlerin arasına yolluyorum.
16:37
-          - Kakam geldi, kakam geldi
-          - Tut biraz
-          - Kakam geldi
-          - Tamam peki
16:41
Beti telefonu kapıyor nihayet. Sen ağladın mı diyorum, hayır burnum aktı sadece diyor. Sanırım bizim sorunumuz fazla güçlü olmak diyorum içimden. Ben çay almaya gidiyorum kendime sen de ister misin diye soruyor. Çok iyi olur diye yanıtlıyorum. Parasını ararken fotoğraf makinesini buluyor, birkaç fotoğraf çekiyor, çekiyorum. Babetlerini özellikle, onlar da bebek gibiler, kurdeleli. Ayağa kalkıyor, arkasından gidişini izliyorum. Keşke ne kadar güzel olduğunu bilseydi.
16:44
Yatmaya devam ediyorum. Hayat sıkıcı ve tatminkâr. Tek kolumu ağaca uzatıyorum, gözlerimi kapıyorum.
16:46
Beti çay tepsisini yere koyuyor, babetlerini çıkarıp ayaklarını uzatıyor. Birer sigara daha yakıyoruz.
-         - Beti sanırım yazımda senden bahsetmek istiyorum
-         - Oley
-         - Ama yazılarımda bahsettiğim kişiler bir şekilde hayatımdan çıkıyor. Acaba bahsetmesem mi diye düşünüyorum.
-         - Bu belki de bir dönüm noktası olur diyor.
Gülüyoruz.
16:49
Beti’ye aseksüel olma kararımı açıyorum. Mor şortlu çocuk da çok yakışıklıymış diyorum. Eğleniyoruz. Boktan kararımı tartışırken Boris patavatsızca araya giriyor, “ama ne yapmamızı isterdiniz ki, kızlar hala farkına varmıyor” diyor. Kapa çeneni diyorum, Beti yanı başındaki babetini kaldırıp Boris’e fırlatıyor.
Ve yavaşça akşam oluyor.

01:12
Alis henüz yapması gereken şeylerin hiçbirini yapmamış, uykusu geliyor.

limonlu kurabiye

Mutfakta ikimize içki hazırlıyorum. Onunkine bardağın yarısından fazla vodka dolduruyorum, kendi bardağıma sadece bir iki damla. Oturma odasına geçerken kendiminkinden bir yudum alıyorum, diğerini alçak orta sehpada uzanabileceği bir yere bırakıyorum. İlk yudumunda bardağın üçte birini bitiriyor. Yüzünü ekşitiyor.
Acı olduğunu biliyorum.
Sarhoş olmasını istiyorum.
Gülümsüyorum. Kendiminkinden de bir yudum alıp yüzümü ekşitiyor gibi yapıyorum.
“Sek içsek daha az acı olurdu herhalde” diyorum. Öpüşüyoruz.
Sarılınca zaman çok hızlı geçiyor.
İçkileri aynı anda bitiriyoruz. Sarhoş oluyor.
Sarhoşken kelimeleri yuvarlamasını seviyorum.
Küçülen gözlerini. Uyuklamasını. Yavaşlamasını.
Dünya onunla birlikte küçülüyor sanki.
Yıldızlar saçlarıma takılıyor.
“Neden sen kötü olmadın” diye soruyor. Kötüyüm ben de diyorum. Yalan sayılmaz.
Onu izliyorum.
Yavaşlayan dünyasını. Bilimin işkence ettiği deney farelerini.
Kulakları uğulduyor, parmak uçlarını hissetmiyor. Biliyorum.
Kulaklarını öpüyorum, parmak uçları oluyorum.
Yatmak isteyip istemediğini soruyorum, düşen kafasını kaldırıp hafifçe sallıyor. Bir dahaki sefere bardağın yarısını geçirmemeliyim diyorum kendi kendime.
En iyisi uyumak.
Onu tanıyorum o yüzden önce ben yatıyorum.
Sonra gelip başını çenemle göğüslerim arasındaki boşluğa yerleştiriyor. Birkaç kez öpüyor sonra uykuya dalıyor.
Onu sarhoş etmek, asla kazanamayacağımı bildiğim bir maçın devre arasında olmak gibi, kızgın bir boğayı sakinleştirmek, motosikletimi park edip seyretmek gibi, kısa süreliğine duran yağmurlar, uyuyan kaplanlar, dinlenen mayıs çiçekleri, ekoseli masa örtüleri, uzun ince bir vazo gibi.
Derin derin nefes alıp veriyor.
Bunu ayrıca seviyorum.
Bir elim saçında, diğer elimle omzuna dokunuyorum.
Aklımdan limonlu kurabiyeler geçiyor.

blues



“sikeyim sizin aşk acılarınızı. acı çekmek nedir en ufak bir fikriniz bile yok yavşaklar!” diye okuyorum. Dünyada ilk küfür eden, ilk acı çeken, ilk farklı pozisyonlarda sevişen kadın sen değilsin bebeğim diyorum içimden; kendini bu kadar önemseme. Pencereyi kapatıyorum.
Tam karşımda rafta yan yana dizili altı farklı renkteki ojeden mavi olanı seçiyorum. Sandalyeyi geriye itip ayak parmaklarımı masanın köşesine diziyorum itinayla. Çalkalayıp kapağını açıyorum. Ayak tırnaklarımda mavi ojeler beliriyor sırasıyla, en büyük bi küçüğü onun da küçüğü… derken bitiyor. Kalkıp eserime bakıyorum, komik görünüyorlar. Biraz da böyle gezelim bakalım diyorum ayaklarıma, bakan bakar gülen güler napalım ben de onlarla gülerim. Sonuçta huzurluyum. Oraya buraya bulaştırmadan mavişleri sandalyeme dönüyorum, eski pozisyonumu almadan önce ihtiyacım olan ketle yerine aldığım USB Fanı masanın köşesine doğru ayarlıyorum, birazdan altında 35 numara henüz kurumamış mavi ojeli ayaklarımın belireceğinden emin olduğum noktaya. Sarı loş masa lambama da uzanıp, geriye doğru itiyorum kendimi. Ayaklarım masada, fanın tam altında. Kollarımı iki yana sarkıttım, tam arkamdaki pencereden gelen hafif serin havayı kucaklıyorum, daha çok sırtıma alıyorum omzumda gezdiriyorum. Bu anı seviyorum, tam olarak içinde bulunduğum anı. Uslu bir sevgili gibi kucaklıyor beni, başımı hafifçe duvara yaslıyorum. Her şey olması gerektiği gibi; mesela media player mükemmel bir başlangıç yapıp iron&wine çalmaya başlıyor. Gözlerimin kapandığını hissediyorum. Çıkarıp ortalığa attığım sutyenim bile tam olarak doğru yerde, çam ağacı topundaki yansımam istediğim güzellikte, sıyrılıp kucağıma toplanan geceliğim olması gerektiği gibi. Doğru seçim yaptığım kitaplarım tam bulunmaları gereken yerlere savrulmuşlar. Betty Blue, küçük dilini alt dişlerinin üstünden sarkıtmış ineğimin arkasından göz kırpıyor, Saramago sessizce yatıyor masamın üzerinde; sanırım bu aralar başka hiçbir şey yapmıyor. 3D gözlüğüm, boş antibiyotik kutularım, küçük Sokrates büstü… hepsi olması gerektiği gibi. Geçmiş zamanın birinde iyi bir şeyler yapmış olmalıyım diyorum kendime kendime. Zamanın birinde acı çeken bir arkadaşıma bugün mükemmel görünüyorsun demiş ya da yere düşen, dizleri kanayan bir çocuğu kaldırmış olmalıyım. Kısacası, küçük bir cadı gibi davranmadığım ufak zaman dilimleri içinde iyi bir şeyler yapmış olmalıyım. Böyle anlar daha fazla saracaksa belimi, daha fazlasını da yapabilirim diyorum ama şimdi değil. Kara paketinden kokulu sigaramı çıkarıyorum, bunu yaptığıma sabah kalktığımda pişman olacağım ama yine de sigaramı odada oturduğum yerde içme kararı alıyorum. Sakıncası yok, şimdilik. Su sebili karın gurultusuna benzer sesler çıkarıyor, ben de seni seviyorum diyorum. Onu gerçekten sevdiğimi bilmesini istiyorum. Sigaramı yakıyorum, kibriti sallayıp söndürüyorum. Perdeler pencereler buzdolabı arabalar ışıklar ve bütünlük için orada bulunmaya karar vermiş o diğer şeyler usul usul mırıldanıyorlar. Gözlerimi kapıyorum.
Telefonum çalıyor.
Lütfen sevdiğim birisi olsun diyorum.
Saçma sapan birisinin ismi yanıp sönüyor ekranımda.
Açıyorum yine de telefonu, çalan bütün telefonları açmak gibi bir huyum var. Sonrasında pişman olacağımdan habersizim.
Ne yapıyorsun bakalım diyor. O her zaman ki aptal tonlamasıyla söylüyor bunu, keyfim kaçıyor. 15 yaşında olmadığımı kaç kere hatırlatmam gerek.
İyiyim diyorum. Sanırım sorusunun cevabı bu değil ama umurumda da değil. Sen nasılsın diye soruyorum nezaketen.
Ben de iyiyim diyor. Nerdesin bakalım diye ekliyor. Tanrım, bu çocuğa böyle bir tonlamayı neden öğrettin. Tiksiniyorum.
Şehir dışındayım diyorum. Yalan gibisi yoktur.
Media Player şarkı değiştiriyor, tarz değiştiriyor. Sert bir şeyler çalmaya başlıyor. Bir sen anlıyorsun halimden diyorum, içimden.
Aa öyle mi ben de görüşebilir miyiz diyecektim diyor.
Yok, diyorum şu durumda görüşemeyiz. Kısa bir sessizlik oluyor. Aslına bakarsan diyorum, ben orada olsam da görüşemeyiz.
Hmm öyle mi anlıyorum, neyse diyor.
Hayır diyorum açıkçası pek anlamıyorsun. Beni aramamanı söylüyorum, yine de arıyorsun.
Özlüyorum, ne yapabilirim diyor.
Özlemeyebilirsin mesela diyorum. İstersen şu konuya açıklık getirelim diye ekliyorum, aramızda herhangi bir şey yaşanmadı yaşanmayacak. Biz seninle çok farklıyız.
Ne mesela diyor. Gecemi mahvetmeye kararlı olduğundan emin oluyorum bunun üzerine. Ayaklarım fanın altında buz kesiyor ama yine de çekmiyorum, bacaklarım kasılıyor.
Mesela diyorum aynı müziği dinlemiyoruz, aynı filmleri izlemiyoruz.
Cinematic Orchestra için bileklerimi kesebilirim, Lady Gaga için sokaklarda çıplak koşabilirim. Senin için ismi bile herhangi bir şey ifade etmeyen filmler için aklına gelmeyecek pek çok şey yapabilirim.
Hayata aynı yerden bakmıyoruz. Ha bunlar çok önemli mi benim için, hayır değil. Ama senin için bir süre sonra önemli olmaya başlayacak. Seni aramayışım, seni kıskanmayışım, kitaplardan başımı kaldırmayışım, benimle her yapmak istediğin şeyle dalga geçmem seni çileden çıkaracak.
Ben senin gibi değilim. Biliyorum eşsiz kar tanesi de değilim.
Düşünerek, yazarak saatlerimi harcıyorum, en erken öğlen ikide uyanıyorum. Yemek yapmayı bilmiyorum, ailemi nadiren görüyorum, kendimden başka bir şeyi nadiren önemsiyorum.
Çocuklardan nefret ediyorum. Hamile kalmamak için her şeyi yapıyorum, her şeyi.
Evlilik benim için en yakın yıldızdan daha uzak. Uzaylıların varlığına ahlaki değerlerin varlığından daha çok inanıyorum. Hayatımın kalanını yurt dışında geçirmek için ölüyorum ama bunun için o güzel kıçımı yerinden kıpırdatmıyorum bile.
Sonra mesela,
Erkeklerin dizlerimi aralamasına bayılıyorum, öpüşmeyi dans etmeyi iyi göründüğümü düşünmeyi seviyorum.
Senin hiçbir şeyin değilim ve olmayacağım. Kısacası her yalnız hissettiğinde aradığın bu numara, ne yazık ki yanlış bebeğim. Kendine daha az saçmalayan, daha makul birisini bulmalısın.
Susuyorum.
Telefon kapanıyor.
Ayaklarım buz gibi.
Türk Jinekoloji Derneği suskunluğunu bozmuyor.

soda pop

Pantolon ağımda kocaman bir ıslaklık aşağı doğru yayılıyor. Elimde ağır bir poşet üzüm, kaldığım saçma sapan yere doğru ilerliyorum. Yorgunum. Ve yalnızım. En sonunda buz gibi olup bacaklarıma yapışan ıslaklığın sorumlusu soda şişesini, hızla çöp tenekesine atıyorum. Ağlamalı mıyım, sanmıyorum.  Endişelenmeli miyim, belki de. Dirseğimde sallayarak, önümdeki koyu renkli lekeyi kapatmaya çalıştığım çantam dizlerime vuruyor, üzümler fermante olmuş, şarap gibi kokuyor. Yanlış yaptığım şeyleri düşünüyorum ve yapamadığım doğru şeyleri, erkekleri ve berbat görünen saçlarımı. Bazen diyorum, bazen diyorum işte bir şeyler. Öğütler veriyorum, yalanlar söylüyorum, yaşlanıyorum kısacası çürüyorum. Devasa çöp bidonları bırakıyorum arkamda, dibinden sürekli bir şeyler sızan, terk edilmiş bidonlar. Önümde zıplayan çekirgenin geçip gitmesini bekliyorum bir anlığına. Tatillerimi düşünüyorum o sırada, başlayan biten, hiç başlayamayan, sadece planlanan ama yapılamayan, yarıda kalan. Düşüncelerim, ben, kokuşuyorum yavaş yavaş. Öp beni. Seyahat et benimle, tatil yap. Güzel olduğumu söyle, öyleymiş gibi yap, hayır saçların iğrenç değil, bıyıkların belli olmuyor de. O kızarıklıklar mantar değildir bence ama yine de doktora gitmelisin de. Bitti artık geçti de, saçımı okşa. Oyunlar oyna, devam et. Korkma ve endişelenme. Ağlamalı mısın, belki de.

Bazen diyorum ki kendi kendime, bazen öyle bir bakıyorum ki aynadan kendime...

Benden bir bok olacağı yok ama siz yine de “hayır, katılmıyorum” demeye devam edin.