Tam karşıma oturdu. Neler yaptın bakalım bugün anlat dedi.
Elimdeki büyük kupadan bir yudum daha aldım. İçinde limonlu yeşil çay vardı.
Bütün gün yataktan çıkmadım dedim. Kahvaltı etmedim, öğle yemeği yemedim. Sadece birkaç kere işemek için yataktan çıktım ve ayağa kalktım. Sandalyemin üzerine koyup yatağa bitiştirdiğim laptopumdan ki bu işi dün gece film izlemeye başlamadan önce yapmıştım, bütün gün dizi, film, müzik indirdim. 9 sezon Seinfeld, Röyksopp ve nicesi. Saçımı taramadım yatağımı toplamadım ve pijamalarım da hala üzerimde gördüğün üzere. Sustum. Başımda incecik bir ağrı dalgalanıyordu. Biraz durup tereddüt ettim ama söylemeden olmazdı. Ayrıca dişlerimi de fırçalamadım, bunu söylerken dudaklarımı iyice açmış sararmış olduğunu tahmin ettiğim dişlerimi gösteriyordum. Bütün gün sadece bisküvi yedim ve çay içtim. Bunu da yatağa çok yakın duran masanın üzerindeki kettle’a uzanarak yaptım. Bu koku dedim, biraz nefes çektim içime, bu bira kokusu dolaptan geliyor. Boş şişelerin ki birkaçı devrilmiş olmalıydı, kokusu ince bir ırmak halinde kapağın köşelerinden sızıyordu. Kötü koktuğumu ve her şeyin boş olduğunu düşündüm. Sanırım bir çeşit depresyon geçiriyorum dedim. İlgilenilmeye ihtiyacım var ve biraz kişisel bakıma. Bakım demişken kaşlarımın ortası da birleşiyor olmalıydı. Bıyıklarımsa ayrı bir tartışma konusu olmayı hak edecek kadar uzamış olmalı dedim. Aynam nerede acaba. Arada sırada göz ucuyla baktığım banyo aynasından başka bir ayna görmemiştim bir süredir. Zavallıcık sessizce beni dinliyordu, dehşete düşmüş olmalıydı. Etrafta saçılmış haplar, saçlar, ojeler ve çok stratejik bir yerde tırnak makası vardı. Defol git demek istedim ona birden ama onun yerine müzik açmaya karar verdim, korkup kaçmasını engellemek istiyordum. Keşke ben de kaçabilsem diye düşündüm. Ben müzik ararken etrafımızı saran sessizlik gerginliğe dönüşüyordu. Neyse ki Frank Sinatra “I’ve got you under my skin” dedi ve ikimiz de rahatladık. Her yudumumdan sonra yere bıraktığım bardağımı uzanıp elime aldım ve ayağa kalktım. Frankciğim o tatlı sesiyle mırıldanıyordu, ritme uydum. Sallanmaya başladım hafif kırdığım dizlerimin üzerinde. İleri geri yaylanmakta ve garip dans benzeri hareketler yapmakta olduğumu fark edince ikimiz de gülmeye başladık. Yerlerdeki saçlar ayaklarıma dolanıyordu ve bira kokusu hafiften genzimi yakıyordu. Zaman akmayan cinstendi ve dünyanın en hoş kokulu adamı kaçık ve pis bir kızla küçücük bir odada yapayalnız kalmıştı. Her şeye rağmen halinden memnuna benziyordu sanki ya da bana öyle geliyordu bilmiyorum.
Aklımda yaşlanmakta olduğum, üstüne basmakta olduğum ekmek kırıntıları ve bu sakin adamı yatağa atma planları vardı ama önce dans dedim kendime. Önce biraz daha dans.
Elimdeki büyük kupadan bir yudum daha aldım. İçinde limonlu yeşil çay vardı.
Bütün gün yataktan çıkmadım dedim. Kahvaltı etmedim, öğle yemeği yemedim. Sadece birkaç kere işemek için yataktan çıktım ve ayağa kalktım. Sandalyemin üzerine koyup yatağa bitiştirdiğim laptopumdan ki bu işi dün gece film izlemeye başlamadan önce yapmıştım, bütün gün dizi, film, müzik indirdim. 9 sezon Seinfeld, Röyksopp ve nicesi. Saçımı taramadım yatağımı toplamadım ve pijamalarım da hala üzerimde gördüğün üzere. Sustum. Başımda incecik bir ağrı dalgalanıyordu. Biraz durup tereddüt ettim ama söylemeden olmazdı. Ayrıca dişlerimi de fırçalamadım, bunu söylerken dudaklarımı iyice açmış sararmış olduğunu tahmin ettiğim dişlerimi gösteriyordum. Bütün gün sadece bisküvi yedim ve çay içtim. Bunu da yatağa çok yakın duran masanın üzerindeki kettle’a uzanarak yaptım. Bu koku dedim, biraz nefes çektim içime, bu bira kokusu dolaptan geliyor. Boş şişelerin ki birkaçı devrilmiş olmalıydı, kokusu ince bir ırmak halinde kapağın köşelerinden sızıyordu. Kötü koktuğumu ve her şeyin boş olduğunu düşündüm. Sanırım bir çeşit depresyon geçiriyorum dedim. İlgilenilmeye ihtiyacım var ve biraz kişisel bakıma. Bakım demişken kaşlarımın ortası da birleşiyor olmalıydı. Bıyıklarımsa ayrı bir tartışma konusu olmayı hak edecek kadar uzamış olmalı dedim. Aynam nerede acaba. Arada sırada göz ucuyla baktığım banyo aynasından başka bir ayna görmemiştim bir süredir. Zavallıcık sessizce beni dinliyordu, dehşete düşmüş olmalıydı. Etrafta saçılmış haplar, saçlar, ojeler ve çok stratejik bir yerde tırnak makası vardı. Defol git demek istedim ona birden ama onun yerine müzik açmaya karar verdim, korkup kaçmasını engellemek istiyordum. Keşke ben de kaçabilsem diye düşündüm. Ben müzik ararken etrafımızı saran sessizlik gerginliğe dönüşüyordu. Neyse ki Frank Sinatra “I’ve got you under my skin” dedi ve ikimiz de rahatladık. Her yudumumdan sonra yere bıraktığım bardağımı uzanıp elime aldım ve ayağa kalktım. Frankciğim o tatlı sesiyle mırıldanıyordu, ritme uydum. Sallanmaya başladım hafif kırdığım dizlerimin üzerinde. İleri geri yaylanmakta ve garip dans benzeri hareketler yapmakta olduğumu fark edince ikimiz de gülmeye başladık. Yerlerdeki saçlar ayaklarıma dolanıyordu ve bira kokusu hafiften genzimi yakıyordu. Zaman akmayan cinstendi ve dünyanın en hoş kokulu adamı kaçık ve pis bir kızla küçücük bir odada yapayalnız kalmıştı. Her şeye rağmen halinden memnuna benziyordu sanki ya da bana öyle geliyordu bilmiyorum.
Aklımda yaşlanmakta olduğum, üstüne basmakta olduğum ekmek kırıntıları ve bu sakin adamı yatağa atma planları vardı ama önce dans dedim kendime. Önce biraz daha dans.
3 personal jesus:
limonlu yeşil çay, 9 sezon Seinfeld, Röyksopp ve güzel kokan bir erkek
bunları not aldım. çeşitli zamanlarda farklı kişiler üzerinde test edeceğim.
ah! bir de frank sinatra...
i've got you deep in the heart of me
so deep in my heart, that you're really a part of me.
devotchka bir de.
it's not your man that you're dreaming of.
your heart couldn't care enough.
you're too tired to be in love.
<3
before sunset'in son sahnesi geldi aklıma...
Yorum Gönder