Düşümde bembeyaz bulutları gördüm. Rüzgarla dağılıp, tekrar bir araya gelen hafif buhardan bulutlar. Masmavi gökyüzünde asılıydılar, ne yukarı çıkıyor ne aşağı iniyorlardı. Onların yeri orasıydı ve orada öylece duruyorlardı.
Kollarımı ve ellerimi açmıştım rüzgara karşı, parmaklarımın arasından usulca kayıp akıyordu o da, incecik kum taneleri gibi. Kıvrılıp bükülen hava, kulağımda önce vınlıyor, sonra saçlarımın arasına giriyor, usulca dalgalarımın arasında yaylanıp dışarı fırlıyordu.
Gökyüzünü izliyordum, elbisemin deliklerinden geçip bedenimi sarmalayan rüzgarla birlikte. Bir uçtan diğer bir uca uzanan mavilikte oynaşan bulutları dikkatlice gözlemliyordum. Gökyüzünde motif motif akmayı onlardan başka kimse öğretemezdi bana. Yalnızca rüzgarın uğultusu ve ağaçların hışırtıları vardı kulağımda. Onlar da kulağımın derinliklerinde, belli ki beyin kıvrımlarımın arasında gerçek yankılarını buluyordu. Ayağıma periyodik olarak çarpan cansız otlarsa, sadece bu manzaranın mükemmeliyetçi parçalarından birkaçıydı.
Hava yavaşça kararmaya başladı düşümde. Kesilmiş tırnak gibi belirdi ay uzaklardan. Parlaktı. Sarıydı. Gülümsüyordu. Onu izledim bir süre, giderek ona yaklaştığımı hayal ettim. Ayaklarımın yerden kesilişini hissettim, giderek yükselişimi. Aya doğru çekiliyordum, eşsiz ve kusursuz. Rüzgar bedenimde dört dönüyordu, beni ağır ağır yolcu ediyordu. Sonra gözlerimi açtım, ayaklarımın altındaki toprağı hissettim yeniden, yumuşak ve derin. O serinliği ve tatlılığı hissettim, yere dimdik basıyor olmanın tatlı yorgunluğunu. Bakışlarımı usulca gökyüzünden yeryüzüne çevirdim. Rüzgarla saçları savrulan kadınlarıma baktım, güzel bakışlı, güzel kadınlarım. Kimisi sırtüstü yere yatmış benim gibi gökyüzünü seyrediyordu, kimisi yüzünü çimlere gömmüş toprağı seviyordu. Biraz dönünce etrafımda, rüzgar önce sağımdan sonra da arkamdan esmeye başlıyor, saçlarımsa darmadağın kah yukarda kah suratımda kah dudaklarıma yapışıyordu. Gökyüzüne tekrar çevirdim yüzümü, ay ışığıyla oynaşan kadınlarımı yeryüzünde yalnız bırakıp.
Zaman geçti ve sonra biraz daha geçti. Hepimiz evlerine çok geç kalmış kadınlardık ve zaman bizim için ormanda zıplayan bir ceylandan farklı bir şey değildi. Zamandı işte, geçerdi ve öyle de oldu.
Gitmeden önce son bir kez daha yıldızlara baktım. Uzayın çiçekleri de onlar olmalı dedim içimden, simsiyah boşluğun içinden boy verip yetişen. Gezegenlerse uzayda etrafa saçılmış kırıntılar gibi görünüyor olmalıydı, kozmik bir elektrikli süpürgenin hortumu tarafından süpürülmeyi bekleyen kırıntılardı onlar. Artık hava serindi ve ne yazık ki gitme vaktinin geldiğini belli eden işaretler etrafımızda dört dönüyordu. Son bir şey dedim, gitmeden son bir şey söylemek istiyorum.
“Eğer gerçekten bir cennet varsa, benim için orası burasıdır. Şıkırdayan küpeleriyle, pürüzsüz tenleriyle kadınlarımın özgürce zamanın ve rüzgarın, toprağın ve gökyüzünün tadını çıkardığı yerdir. İşte o yer burasıdır.”
ve böylece yüzyıl önce parmaklıklar arasına hapsolmuş düşlerimden birisi daha özgür kalmış oldu. O da gürültüyle kanat çırpıp, bilinmeyene doğru yola koyuldu.
3 personal jesus:
Mim kabul ediyor musunuz bi,lmiyorum ama sizi mimledim.
Merhaba, ben Deniz. Hani bir ara ortak blog projesine de giriştiğimiz gruptan birisi.
Blogun bence en iyi oyunu almayı hakediyor. Ben de veriyorum. Başarılar :)
eheh. çok teşekkür ederim denizcim.
ben garajımdaki ejderha için çoook önceden oy kullanmıştım zaten. :))
ben de sana hem blogunda hem de yarışmada başarılar dilerim.
Yorum Gönder